GÜLÜN KULAĞINA SÖYLENENLER VE CASUSLUK SAN’ ATI (!)
DÜNDEN DEVAM…
SONUÇ
Menâkıbnâmeler ve bu tarzın dışında düşünülemeyecek olan tasavvuf- tabakāt kitapları, sadece Siyasî Tarih değil, Sosyal Tarih ve Kurumlar Tarihi ve Medeniyet Tarihi açısından da önemli kaynaklar olarak, Tasavvuf Tarihçisi’nin eleştirel bir yaklaşımla, ama mutlaka kullanması gereken kaynaklardır. Tasavvuf tarihçisi aynı zamanda tarih araştırmalarının kaynağı olan diğer sözlü ve yazılı kaynakları da çok iyi bilmek ve kullanmak zorundadır. Ancak tasavvuf tarihi araştırmacısı bunları basit birer tarih kaynağı olarak değerlendirmemelidir:
Menâkıbnâmeler “Pragmatik Tarih” anlayışının çok güzel örnekleri olmanın yanında, anlatıldıkları dönemin ahlakî değerleri, Tasavvuf’ta veliye atfedilen kozmik güç ve hakikati kavrayışın pragmatik sonuçları açısından “tasavvuf fenomeni”ni anlamanın da en güzel yolunu oluştururlar. Yani Allah’ın eli, ayağı, gözü mesâbesinde olduğu (Kurb-ı Nevâfil) ve kendisine “Kozmik Yetki/Tasarruf Gücü” verilen bir veli ve “muhakkikûn” bir insan-ı kâmil için, imkansız olan hiçbir şey olamaz. Üstelik tasavvufa göre, ârif, hayâline sınır olmayan ve hatta sıradan insanların “kafasında yarattığı” hayâli, “kafasının dışında da” yaratabilendir. Tasavvuf, menâkıbnâmelerdeki olaylara “olağan olmayan” olaylar diye bakmadığına göre, Tasavvuf Tarihi araştırmacısı, bu ilmin diğer verilerine hangi tavrı takınıyorsa, bunlara da aynı tavrı takınmalıdır.
Bu, Tasavvuf İlmini kendi kriterleriyle ele almak istendiğinde öngürülebilecek bir tutumdur. Olaya farklı bir zaviyeden bakılmak gerektiğinde de menâkıbnâmelerdeki tarihe uygun olaylar aynen alınırken, anlatılan şahsın kerâmetleri olarak sunulan olayları da ayrı bir başlık altında ele alınıp “yaşadığı devrin sosyo- kültürel yapısını tahlil”de faydalanılabilir. Tasavvuf Tarihçisi, menâkıbnâmeler dışında, yeri geldiğinde diğer sözlü ve yazılı kaynakları kullanmayı da çok iyi bilmelidir.
Bütün bu söylediklerimizin, sufîleri çalışan siyasal ve sosyal târihçiler için de geçerli olduğu beyandan vârestedir.
________
B. MESNEVÎ, DÎVÂN-I KEBÎR: GÜLÜN KULAĞINA SÖYLENENLER VE CASUSLUK SAN’ ATI (!)
Menâkıbnâmelerle ilgili bu değerlendirmelerden sonra Hz. Mevlânâ’yı casuslukla suçlayan, tasavvuf ve tarih metodolijisinden uzak pseudo-tarihçilerin iddialarına cevap sadedinde başka bir konuyu gündeme getirmek istiyor ve diyoruz ki: Yukarıda söylenenleri bir tarafa koysak dahi, Hz. Mevlânâ’nın “kulağına söylenmiş güzel sözlerle gülün açması”ndan söz eden Mesnevî gibi asırlardır okunan eserlerin “kalbinden diline” aktığı bir sûfî-şâir olması, onun meş’ûm siyâsî emellerden uzak bir halk eri olduğunu ispatlamaya yetecek boyuttadır. Tarihte birçok ünlü ve kendisini çok güzel kamufle etmeyi başaran casuslar olmuştur: Hollandalı Mata Hari (idam: 15 Ekim 1917,Alman ve Fransız istihbârât teşkîlâtı), Markus Johannes (v. 2006, Alman istihbârât teşkîlâtı), Leopold Trepper (v. 1982, Sovyet istihbârât teşkîlâtı) ve ismini daha çok duyduğunuz Yarbay Edward Lawrance (v. 1935, İngiliz istihbârât teşkîlâtı).
Ama bunların hiçbiri Mesnevî ve Dîvân-ı Kebîr (diğer adıyla: Divân-ı Şems-i Tebrîzî) gibi eserler ortaya koyamamışlardır. Hatta Mata Hari (asıl adı: Margaretha Geertretha Zelle) hariç, belli bir san’atta üstün olduklarını gösterecek hiçbir anlatı da yoktur (Hatırlanabileceği üzere, Mata Hari, dans san’atındaki üstünlüğü ile tanınmıştı). Mesnevî ve Dîvân-ı Kebîr gibi aşkla yazılmış ve aşkla okunan şiir kitaplarını yazabilen bir insana “aşkında yalancıydı” demek mümkün değildir.
Beşerî aşklarda yalan söylenebilir ama ilâhî aşkda asla!! Çünkü ilâhî aşkı gerçekten yaşamayan, yâni bu konuda ilhâm alamayan, o tür sözleri yazamaz ve sözleri kimseyi etkilemez. Çünkü şiir, evvel emirde ilhâm işidir ve onlar, Gazzâlî’nin (v. 505/1111) deyimiyle, “Kudsî Nebevî Ruh/idrâk” sahibi kişiler olarak peygamberler ve bazı üstün velîlerden sonra “gayb âlemiyle” ilişki kuran üçüncü halka insanlar, san’atçılar arasında yer alırlar. Gazzâlî varlıkların idrâk şekillerini derecelendirirken, Rûh-i Hassâs/Hissî Ruh, Hayâlî Ruh, Aklî Ruh, Fikrî Ruh ve Kudsî Nebevî Rûhtan bahisle bu sonuncunun, yâni Kudsî Nebevî Rûhun gaybî bilgi esintilerinin, uhrevî/âhiretle ilgili ahkâmın ve yerin-göğün melekûtu ile ilgili bütün maâriflerin tecellî ettiği ve bazı evliyâ, ve müzisyen, şâir gibi sanatçılarda bulunan ruh olduğunu vurgulamaktadır (Gazzâlî 1414/1994: 23-24). Bu ilâhî destek sayesinde Mevlânâ’mız hem diriyken hem de dâr-ı bekāya göçtükten, yâni vuslatını ve şeb-i arûsunu yaşadıktan sonra, insanları etkilemiş ve etkilemeye devam etmektedir. Üstelik benzeri görülmemiş bir coşkuyla… Öyle ki bu hali düşündüğünüz zaman “onun ölüsü bile bizim dirimizden daha çok iş başarıyor” demekten kendinizi alamıyor ve “Böyle bir şahsiyet, câsus olamaz” diyorsunuz. Güneşin sizi ısıtması, varlığına yeterli bir delil değil midir?
Mesnevî ve Dîvân-ı Kebîr bir âşığın ağzından döküldüğü âşikâr olan kitaplardır. Şu dizelere bakın:
Bana, “Nasılsın?” diyorsun, nasıl olduğumu ben ne bileyim? “Nerelisin, kimlerdensin?” diye soruyorsun, nereli olduğumu, kimlerden olduğumu ben ne bileyim!
Bana, “Niçin böyle mest olmuşsun, kendinden geçmişsin, hangi kadehten içtin de bu hâle geldin?” diye soruyorsun, ben ne bileyim!
“O dudakta ne var ki o dudak yüzünden bu kadar tatlı dillisin?” diyorsun, böyle olduğunu ben ne bileyim!
Bana, “Bu dünya hayatında sağlıklı yaşamaktan ve gençlikten daha hoş, daha iyi ne gördün?” diye soruyorsun, ben ne bileyim!
Onun yanağında âb-ı hayat kadar parlak bir ateş gördüm, fakat o nasıl bir şeydi, bilemem!
Eğer ben sen isem, peki sen kimsin? Sen bu musun, yoksa o musun? ben ne bileyim!
Ben kim oluyorum da böyle düşüncelere dalıyorum?
Sen gönlü merhametle, sevgi ile dolu bir can mısın, ben ne bileyim! (Can, 2000: 771).
Şimdi söyleyin bakalım, bu ve benzeri birçok güzel söz bir casusun sözlerine benziyor mu? Hz. Peygamber için “Allah âlemdeki bütün güzellikleri topladı, adını Ahmed ve Muhammed koydu” diyen bir insan, casus olabilir mi?
DEVAM EDECEK…