EN MASUM ÖLÜM
Çocuklar bir zamanlar mahalle aralarında oynarlardı. Masum oyunlardı bunlar. Tatlı sesler yükseliyordu gökyüzüne ve gülümsüyorlardı en çocuksu yanlarıyla. Çocukların oyunları vardı. Oyun oynuyorlardı. En sevdikleri şeydi bu hayatlarında, en sevmedikleri şeyse bir kadın sesinin bu oyunu bozmasıydı, haydi eve diyerek. Çocuklar vardı, mutlu çocuklar. Sonra bir gün içlerinden biri yere düştü. Bu düşüş onlarca oyun oynarken ki düşüşten farksızdı. Toplandılar ve seslendiler hadi kalk tamam yeter diyerek. Bir iki böyle seslendiler sonra biri dokunmak istedi. Baktı ki arkadaşının vücudu kaskatı kesilmiş. Hiç olmadığı kadar soğuk eli.
Halbuki hep o elleri tutar oyun oynarlardı. Büyük birini çağırdılar kendi dünyalarından olmayan birini, geldi baktı ve “ölmüş” dedi. Bunu öylesine sıradan bir ses tonuyla söyledi ki çocuklar anlamadılar ne dediğini, ölüm neydi ve neden onları oyun oynarken bulmuştu. Yaptıkları sadece oyun oynamaktı. Bunun için miydi arkadaşlarının ellerinin üşümesi? Sonraki günlerde oynamaya devam ettiler ama anlamlandıramamışlardı ölüm denen şeyi. Fakat bu şey her gün birini almaya başladı aralarından. Ah ne olduğunu bir bilseler! Belki toplanıp onu bir güzel döveceklerdi mahallelerini yabancı çocuklardan korudukları zamanlardaki gibi. Ama bilmiyorlardı işte neydi bu ölüm denen şey. Her gün bir başka arkadaşlarının elini tutuyorlar ama bu eller de soğuk ve aynı cevap veriliyordu, “ölmüş”. Ama çocuklardı bunlar oyun oynamak bir zorunluluk gibiymiş gibi her gün oyunlarına kaldıkları yerden devam ediyorlardı birer birer eksilmişken. Ve şaşırıyorlardı etraflarına bakıp neden büyükler bu felaketi üzerlerinden almıyorlardı halbuki onlar ölüm denen şeyi biliyorlardı.
Bu bir oyunsa eğer hemen bitmesini istiyorlardı hiç hoş değildi bu, arkadaşlarını geri istiyorlardı. Yine hep birlikte oynamayı kavga etme pahasına istiyorlardı. Ağlıyordu kimi ve özlüyordu eski oyunlarını ve her geçen gün aralarından giden arkadaşlarını. Ama bilmiyorlardı işte ölüm denen şeyi ah bir bilseler nasılda döveceklerdi kim bilir. Sonra bir çocuk oyun oynadıkları için mi başlarına bu felaketin geldiğini düşündü ve arkadaşlarına söyledi. Ve o gün oynamamaya karar verdiler. Ama o günden sonra daha çok ölmeye başladılar. Toplu şekilde ölüyorlardı artık daha çok soğuk el tutuyorlardı.
Başlarını kaldırıp gökyüzüne baktıkları zaman artık gökyüzünün eskisi gibi pırıl pırıl olmadığını gördüler. Güneş ısıtmıyordu artık onları. Vücutları hiç olmadığı kadar soğuktu ve ölüm denen şeyin bir gün onları da bulacağını biliyorlardı. Etraflarına bakıyorlardı ve büyüklerin bu yok oluşa neden hiç olmadığı kadar sustuklarını anlamıyorlardı. Yaşlı gözlerle bakıyorlardı bizi kurtarın der gibi ama kimse anlamıyordu onları ya da anlamamak işlerine geliyordu. Büyüklerin akıl ermez hesapları işte kurtarın bizi, bırakmayın ölüm denen şeyin eline bizi ama kimseden ses yok. Dünya hiç olmadığı kadar suskundu kendilerine ve ellerinden gelen en iyi şeyi yapabiliyorlardı sadece, ağlıyorlardı. Oyun oynamıyorlardı artık zaten gökyüzü bunun için uygun değildi.
Güneş ısıtmıyor aksine küçük ellerini soğutuyordu bir bir. Gülemiyorlardı, çocuksu kahkahalar atamıyorlardı. Bir gün öleceklerini biliyorlardı ama oyun burada bitmemişti ki. Ölürken onun için “bunları Allah’a anlatacağım” diyorlardı. Evet, oyun bitmemişti çok daha güzel yerlerde oyunlarına devam edeceklerdi. Şikayet edeceklerdi oyunlarını, çocuksu düzenlerini bozanları. Minik kalpleri bir şeylerin düzene gireceğini biliyordu ama ve kin gütmüyorlardı yine. Kızıyorlardı sadece büyüklere yaşlı gözlerle bakıp yardım istiyorlardı, yeniden oynamak istiyorlardı sadece. Özlüyorlardı işte her şeyi. Özlemleri vardı ama daha güzel gökyüzüne ve daha güzel ortamlara kavuşacaklarını biliyorlardı. Ve ölürken bunun için gülüyorlardı…
Affet bizi çocuk dünyanızı mahvettiğimiz için affet… Vesselam.