Durun Kalabalıklar…
Karasal iklim şartlarının hüküm sürdüğü bir coğrafyadan haber bekler oldu gözler… Gökyüzünün sonsuz bir maviliğinde meteoroloji bültenlerinin takibinde, yağacak olan bir damla yağmurun, karla karışık yağdığı günlere hasret kaldı insan bugünlerde…
Geçen yıl bu vakitlerde yüreklerde kalan sızının, bir umudun, bir felaketin tesirinde yâd edilen insanların derdiyle bekler oldu insan… Ömür defterine dönüp bozkırın tam ortasında bir ekmek derdiyle koşuşturan bir babanın elinde çocuğu için getirdiği yiyeceğin raf ömrü o dakika dolmuştu galiba…
Giriş cümlesi insanın derdiyle dertlenmenin tezahürü olsa gerekti… Cümleleri yazarken cümlelerin düğümlendiğini söylesem çok yadırganmaz galiba. Edebiyatın kendi içinde kalemin bir bilgisayar klavyesinde aradığı harfler de anlatmaya yeter miydi yürekte ki sızıyı?
Ve bir kış mevsiminin beklendiği günlerden tekrar herkese merhaba…
Bugüne dönecek olursak çiftçinin ağaçların çiçek açmasından korktuğu bir bilinmezlik, konuşulanlar arasında… Bozkırın tam ortasında süregelenin, gelmediği ve bir beklentinin yaşanacağı günlere yönelik sanki anılarda kalmış gibi bir hal ile yağacak yağışın beklentisiyle yorumlar, cümlelere eşlik ediyordu. Anlaşılan o ki; vakitsiz açan çiçek bir ağaç dalında üzüntüye mahal vermişti. Çünkü insan bir vakte esirdi, doğa bir vaktin eşliğinde işleyen takvimle yürüyordu insanlığın kalesine… Bu kale doğa idi.
Yorum derken; aslında anlatılanın geçmişin tecrübelerinin, gelecekteki karşılığını kestirebilmek olsa gerek bütün mesele… İnsan doğaya dair tecrübesiyle vardı… Tecrübenin geçmişin görgüsüyle kalması, gelecekte bir değere tabi olmayacağını yaşamak insanın kırılma noktası olacaktı galiba. Tabi konuyu kendi yorumunun içinde bir yoruma tabi tutmak, bir kış mevsiminde buğulanmış bir camın dikkate mazhar olması konuya ayrı bir boyut kazandırmayacaktı… Herkesin öğrendiği kadarı ile bir yorumu olduğu su götürmez bir gerçekti. Bunu da dünya da yaşayan milyonlarca insan gerçeğini düşünürsek, kimi camın ardından, kimi buğulanmış bir camdan kimi de her ikisinin olmadığı bir ortamdan hayatı anlamlandırmaya çalışır. Ya da bazıları camda ki buğuyu görüp ortamda var olan mutlak nem miktarından bahsedebilir. Ya da daha ötesinde insan gözlerindeki katarağın etkisinde görülen ile netleşecek olan görüntünün, doğaya ve sosyolojiye dair bir bakış açısı, elbette bir fikre tabi olabilirdi.
Ve bir koşuşturmaca hayata dair… Bir fanusun içinde sonsuz bir evrenin atmosferle kaplı alanında insan olabildiğince hızına hız katma gayesiyle gaz butonundan ayağını çekmeye korkuyordu. Hayat gerçekten bir bisiklete binip, pedalını her daim çevirme işi miydi; düşme korkusuyla… Yani biraz durup bir köşeye kendi halinde çekilip ne oluyor, demek mi lazımdı…
Netice-i kelamda; şubat ayının kış mevsiminden sayılması ve beklenenin bugünlerde gelmemesi tecrübenin yetersizliği ve bir yorum, insana dair. Daha ötesi buğulanmış camın arkasından bir kış günü kar yağışını da beklemek, sobanın üzerinde kaynayan çaydanlıktan çıkan nemin camdaki buğu üzerinde ve ortamda var olan nemin başlangıç noktası olabilme ihtimalini de düşünmek, gündelik bilginin tezahürü olsa gerek… Ve camdaki buğunun bir bez ile silinmesi gerektiğini anlatmak gerekecektir…
Ve son olarak sözü Necip Fazıl Kısakürek’in sözüyle tamamlayalım…“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak.”
Sağlıcakla…