Bir Şiir ve Bir Resim
Edebiyatın ve doğanın kendi içinde ki dili bir şiir ve bir resimde kendini göstermesi kendi içinde hikâyesini oluşturdu. Bir şiirin bir resmin, bir şairin kaleminde, bir ressamın fırçasında yer edinmesi, bu haftanın yazısını cümlelerle, edebiyatın kendi içinde ki yolculuğuna taşıdı.
Ve… Cümlenin yolu yine bir hikâyeye düştü. Cümleler ki edebiyatın anlam bulduğu, yol aldığı bazen eğimli bir yamaçtan, dağın zirvesine ve bazen kestirme dediğin ve kar yağışlı bir dağın, birikinti koni ve yelpazeleri, arasından yolcu olduğun günlerden kalma bir hikâye diye başlıyordu söze.
Beklemek… Beklemek ki uzun bir vadede hesaba katmadığın bir yolculuktu. Eğimli sarp yamaçlar dağın zirvesine doğru kendini gösteriyordu. Neyse uzun mesele deyip kestirip atmıştı.
Meselenin uzun ya da kısa olup olmadığını çok fazla irdelemeden, uzun olmayan bir mesafe de uzun bir yolculuğa çıkmış gibi, aynı kilometre ye sahip bir yolda, bitiremediği bir vaktin esiri olmuştu. Zaman kısa, ben yorgunum ve yol uzun…1 Üstadın şiirinde teselli bulduğu gerçeği şiirsel bir yolculuktu.
Dünya, dağıyla ovasıyla platosuyla depremiyle fay hattıyla ve insanıyla bir bütünün kendi içindeki yolculuğuna devam ediyordu. Aynı hikâyenin içine sığdırdığı, ömrü, hayalleri ve hikâyeleri, toprağın bağrından yeşermeye yüz tutmuş bir fide gibi, bir döngünün içindeydi. Aynı kilometre aynı yol ve aynı dertle beynindeki sancının varlığı ile yolcuydu.
Sonra bir şiir daha beliriverdi, dünyanın kendi varlığı altında bir yolculuktaki resmin, tabloyu tamamlama düşüncesinde ki bir ressamın, renklerden nasibini almış bir doğanın alüvyonlu arazisinde, akarsuyun önünde yer alan bir yaprağın savruluşu değildi bu… Bu basit bayat bir cümle ya da düşünce olurdu. Bayatlamış bir düşüncenin yanında demini almış bir çayın sakin bir ortamda kokusuydu bu şiir ve bu resim.
Mayıs yağmurlarının hüküm sürdüğü şimşeklerin gürültüsünden çatlamaya yüz tutmuş bir tohumun başakların dalında konaklayan buğdayın yanık türküsü mayıs ayının gök gürültüsünden nasibini aldı fazlasıyla… Yağmurun gökyüzünden yeryüzüne ulaştığı günlerden, hava oldukça kapalı, hava durumunun tahminine gerek kalmadan, bu şiir ve bu resim ayrılığın haritası gibiydi. Toprakta çürümeye yüz tutmuş, mayıs yağmurlarının gök gürültülü, sağnak yağışlarının topraktaki kokusu gibiydi bu şiir.
Beklemek demiştim ya deyip cümleyi bıraktığı yerden tamamlama gayretiyle konuşmaya başlamıştı. Altı ay gibi uzun bir vaktin esaretinden, sessizliğinden konuşuyordu. Sessizlik ki anlatmaya mecali kalmamış cümlelerin imdadına yetiştiği, bir limandı sanki. Anlatacak, söylenecek o kadar çok cümle vardı ki, söylemeye mecali kalmamış gibi kendi sessizliğine sığınmıştı. Ve kendi resminin, ressamıydı. Bir şeyler çiziyordu ve tamamlamak isteyipte, tamamlayamadığı yarının bilinmezliğinde aslında kendisi de kaybolmuştu. Neyi nerede arayacağını bilmeden…
Sürecin kendi içerisindeki hesabın tutma olasılığının, bir oranın, var olma ihtimalleri üzerine ne kadar hesap yapma isteğini gözden geçirse de, geçip giden vaktin, kendi içinde yazdığı bir şiirle ya da bir resmin boş çerçevesinde artık yaptığı her resmin bir taklitten ibaret olduğu gerçeğini anladığında anlamıştı her şeyi. Ve boşluğun da kendine ait bir resmi olduğunu artık biliyordu. Ve galiba bir başkasının yaptığı bir resim de ve bir şiirin kendi içinde ki senfonisine de hayret etmemeyi, özümsemişti.
Sonra bir cümle daha beliriverdi. Mevsimsel dengenin, aylardan bu yana taşıdığı, yağmur damlalarının düştüğü günlerden ve Üstadın ifadeleriyle; “Umudum her zaman bakidir amma. Zaman kısa, ben yorgunum ve yol uzun…1” Kalın sağlıcakla.
(1 Abdürrahim KARAKOÇ)