Bir Mevsimin Anatomisi…
Söz kimden gelir… Ve kim nereye koştu da sahipsiz kaldığını iddia etti. Ve iddia sahibinin son sözünün ne değeri vardı… Hayat koşuşturmacasının efkârlı bir pazar sabahında sise çalmış tepelikler ardı sıra yükselen, bir nefeslik oksijenin değerini anladığı gün, insan doğanın ve söylenmeye yüz tutmuş bir sözün pençesinde yaşar. Yaşamak mı güldürme; demeyin, dünyadan götürme gayretinde olduğu bir kefenin dünya da kaldığını bildiği halde yine de yaşar; insan…
Şunu baştan söyleyebilirim; karamsar bir havada yazılacak en iyi şeyin gökyüzün bulutlarla kaplı olduğu kış mevsimin soğuğunu hissettirip hissettirmeme arasında kaldığı bir günün şubatında kaleme aldığım bir yazı olarak kalsın. Kalsın ki gazetelerin matbu halde okuyucuya ulaştığı bir metin üzerinden bak bende buradayım diyebilme cüretini göstermiş olalım. Ki yaşamanın fikirle var olduğunu mu düşünmeliyim bu arada… Ki öyle…
Soğuğun bir mart ayına yolculuğundayız bugünlerde… Vaktin kıymetine bir kıymet alanı belirleme düşüncesiyle, çıktığım yolculuğun bir koşuşturmaca içerisinde yol aldığını düşünmeye fırsat bırakmadan, yorgunluğun yeni sıfatı olan, tatlı yorgunluk dedikleri bir kandırmacayla beynin katmanlarını nasıl inandırırım derdiyle yol aldığımız gerçeğini yaşıyorduk.
Gündemin tenezzül edilmeyecek cümlelerine hayretle göz atarken, bir televizyon kumandasının tuşları arasında kanal arayışındaydı insan… Gündemin yorgunluğunu, gündemin yoğunluğunu nasıl kaldırabiliyordu bu insanoğlu. Söylenenlerden uzakta, gündemin dışında dinlemek ve dinlenmek bir yorgunluk tezahürü olabilir miydi?
Sonra aklına İsmet Özel’in ezberinde yer edinen ve yağmurun bir yandan yağma telaşında olduğu anda okumak, birkaç şiir de ardı sıra söylemek, gündemin yoğunluğundan ve dünyadan bir nebze olsun uzaklaşmak... Öyle mi?
Şiir şöyle devam ediyordu…
Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi
Taşınacak suyu göster, kırılacak odunu
Kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde
Bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin
Tütmesi gereken ocak nerde?
Neyse ki güneş hafiften bir yol kenarında durup, bir fotoğraf makinesinin deklanşörle anlam kattığı bir günün sonuna doğru yaklaşmışlığı haber ediyordu. Günler vakitlere meydan vermeyecek kadar cesur bir tavırla çok çabuk gelip geçiyordu… Kimi bereketsizliğinden bahsederken günün, kimi de Avrupai bir tavırla anı yaşama derdinde… Kimi de talip olduğu zorluğun koşuşturmacasında… Ki insan bu… Dedim ya söz kimden gelir…
Ve yine gündemin dışında arabesk kültüründe göç etmiş bir kuşağın, dağı taşı altın bildiği ve arabeskin hâkimiyetinin tam dışında yaşanmışlığın tezahürüyle bakıyordu, dünyaya… Yıllar diyordu…
Yıllar… Bir kuşağın hikâyesi mi desem bilemedim… İşte sağlık sorunlarıyla uğraşılan ve her nereye dönsen dertsiz kalmayacak, bir insan ve bir doğa ve bir koşuşturmaca… Bir dünya hikâyesi galiba bu…
Bilemedim…
Arabesk kültürün göç ettiği yıllar Anadolu’dan ve sılaya dönüşün gurbeti andırmasını anlatıyordu. Yaşıtlarını sayıyordu, kimse kalmadı deyip; yutkunuyordu. Bir çağ; bir dönem, insan bu, bir asırlık ömrüne düşen, herkesin kendi derdiydi; galiba… Bilemedim…
Sağlıcakla…