En ağır işkenceleri Nevzat Arabacı’ya yaptılar
Hasan Hüseyin Varol Hoca’yla Yaşadıkları ve Gördükleri... 3. gün
ZİYA ÖZBOYACI MÜDÜR, AHMET DENİZKUŞLARI VEZNE, HUKUK İŞLERİ HASİP ŞENALP
- Emanet sandığı sistemi nasıl işliyordu peki. Güven esası dayalı bir sistem sanırım. Güveni nasıl sağladınız? O güne kadar pek bilinen bir sistem değil sonuçta? Neler yapılmıştı o günün şartlarında. Nasıl işledi ve sonuç nasıl oldu peki?
1976'nın sonlarına doğru bir kararla "EMSAN" ünvanıyla Emanet Sandığını kurdum. Ahmet DenizkuşIarı'nı vezneye, Ziya Özboyacı'yı da müdürlüğe atadım. Bir-iki de muamele personeli ile çalışmayı başlattım. İlk hesabı ben açmayı düşünüyordum. Geç kalmışım. Bana, 9 nolu hesap düştü. Büyük bir iştahla başladık. Avukat Hasip Senalp arkadaşımız, mevzuata uygun yönlerini tesbit etti ve biz evrakları ona göre hazırladık. Tahsil, tediye fişleri, hesap kartları, ekstralar, çekler vs. hızla gelişti ve 1977 yılı başından itibaren faaliyete geçildi. Sisteme bazı avukat arkadaşlarımız da yardım ettiler. Günü birlik bakıyorsunuz para yatırıyor bakıyorsunuz çekiyor. Ama bu yatırma ve çekme de belli bir potansiyel elinizde kalıyor. Benim en çok hoşuma giden tarafı da bu oldu. O zamanlarda da vatandaş götürüp parasını bankaya götürüp yatırmıyordu. Bankacı bana dedi ki Konya’da bankalara yatırılan paranın yüzde 80’i faizsizdir. Çünkü Müslüman adam faiz istemiyor. Bankalar için bedava para. Bir gün bankalara ben bir yazı yazdım. Bize yoksul insanlara verilmek üzere bağışta bulunun. Hiç birisi vermedi. Sadece bazı bankalarda personel kendi aralarında topladılar verdiler.
ZAMANLA ŞÜPHELER DAĞILDI GÜVEN ARTTI
Ben ve arkadaşlarım, katıldığımız her toplantıda bunu anlatıyor, izah ediyor ve hayır hizmetlerine destek olunmasını tavsiye ve teşvik ediyoruz. Toplumun böyle bir şeye ihtiyacı varmış ki hemen tuttu. Bir ay gibi kısa bir süre içerisinde 500 mudiye ulaştık. Sene sonunda 3000 mudi oldu... Biz mevduatı üçe böldük. Bir bölümü günlük çekimlere, bir bölümü olağanüstü çekimlere, diğer bölümü ise durağan bir para olduğu için uzun vadeli yatırımlarda kullanılmak üzere belirlendi. Bu paralardan kimseye borç para vermiyorduk. Sandığın esprisi, Vakfın hizmetlerini desteklemekti. Mudilere her türlü güveni vermeye çalışıyorduk. Zamanla şüpheler dağıldı. Güven arttı. Tahmin etmediğimiz olaylar oldu. Ve biz, durumdan son derece memnunduk. 1979 yılı sonu itibariyle, altıbin mudiye ulaşmıştık. Ve ciromuz üç milyarı bulmuştu. Vakfın Kur'an Kursu, öğrenci yurdu gibi pek çok hizmeti bu dönemde devreye kondu. Gelir getirici çalışmalarımız ve yatırımlarımız da bu döneme rastlar. Fakat, Türkiye'nin siyasi, ekonomik ve finansal ortamı hiç de iyi gitmiyordu. Enflasyon yükseliyor 24 Ocak 1980 kararları alınıyor, para sıkıntısı başlıyordu. Ve ardından 12 Eylül 1980 ihtilali oldu. Bize diş bileyen birkaç banka müdürü, bizi komiteye ihbar ediyor ve çok ciddi bir teftiş geçirdik.
SİSTEMİN TEFTİŞİNDE EN BÜYÜK SIKINTIYI ZİYA ÖZBOYACI ÇEKTİ
- Evet yeri gelmişken 80 ihtilalinden sonra başınızı bayağı ağrıtmışlar. Teftişler araştırmalar, ama sistemde bir boşluk bulamadılar galiba. Yine anlatıyorsunuz ya kitabınızda Ziya Özboyacı defterleri götürdü ne olacak diye endişeleniyorsunuz? O anları bir kez daha yaşatacağız size belki ama geri dönsek o günlere ?
Cesaretten ibaret hareketin başına gelecek olan şeylerdi. Büyük korku yaşadık. Çünkü ihtilal dönemi. Adamların astığı astık, kestiği kestik. Ziya Beyin sıkıntıları oldu. Biz hainlik yapmak kendimize menfaat için çıkmadık. Sabır lazımdı. Bunların hepsi birer imtihandı. Onları atlattık. T.C. Vakıflar Bankası Konya Şubesi Müdürü beni telefonla aradı. "Sayın Hocam, sizin yüzünüzden bir Devlet bankası ani teftiş geçiriyor, kendinize dikkat edin" dedi. Devletin yeminli murakıbı gelmiş bizim hesapları teftiş edecekmiş. Sandığın bütün defterlerini, vakfın defterlerini istedi. Sandık Müdürü Ziya Özboyacı kardeşimiz, götürdü teslim etti. Fakat Ziya bey döndüğünde endişeliydi. O'nun o endişesi bizi de etkiledi. Çare yok bekliyoruz, birkaç gün içerisinde teftiş tamamlandı. Defterlerimiz iade edildi. Ancak hakkımızda nasıl bir rapor verildiğini bilmiyoruz. Ziya Bey defterleri almaya gidince, yeminli murakıp arkadaş ona "Hocam'a selam söyle, gelip kendisini ziyaret edeceğim" demiş. Geldi, kısa boylu, esmer, bıyıklı bir genç. Siması bana yabancı gelmedi, ama tanıyamadım. Oturduk, hoş-beşten sonra bana "Hocam, beni tanıdınız mı?" Dedi. "Simanız yabancı gelmiyor, ama tanıyamadım" dedim. "Adım Mustafa Tosun, Konya İmam Hatip Okulu'ndan talebenizim" deyince hemen tanıdım. Çünkü sadece onu değil sülalesini tanıyordum. "Hocam! Dedi, biz yeminli murakıbız, o nedenle teftişten önce gelemedim. Teftiş bittikten ve görevimle ilgili çalışmayı tamamladıktan sonra sizi ziyaret etmek istedim. Vakfın emanet sandığı ile ilgili bir şikayet dosyası geldi. Ben sizi tanıyordum. Vakfı tanıyordum ve biliyordum. Bir başkasının eline geçmesin diye ben talip oldum ve onun üzerine geldim. Teftiş ve denetimlerimi yaptım. Endişe edecek bir şey yok. Ancak şu..., şu... noktalara dikkat ediniz" dedi ve biraz evvel yazdığım şeyleri söyledi. Hizmetlerimizde samimiyet hakimdi. Kendimize çıkar sağlamadığımız gibi, böyle bir şeyi de hiç düşünmüyorduk. O nedenle de Cenâb-ı Hakk bizi böyle böyle koruyordu.
- Aslında tersten gidiyoruz söyleşimize biraz belki ama yine yeri olduğu için vakfın kuruluşu ve ilerleyişinden önce yine yeri gelmişken ihtilal günlerine döndürmek istiyorum sizi. Kolay olmayacak belki ama o günleri bir kez de sizin ağzınızdan dinleyelim. Birebir yaşadınız. Tanıklıklarınız önemli bizim için…
“BİZİM BİRBİRİMİZDEN FARKIMIZ YOK. TOPLUMUN AYIRIMI ŞEYTAN İŞİDİR”
Bizim gerek sağ görüşlü gerekse sol görüşlü arkadaşlar biz de İslamcılar olarak götürüldük Uçaksavar Kışlasına. Oraya girdiğinizde bir duvar var. o duvarın arkasında Trakya’dan gelen Müslüman arkadaşlar var. Bizim dışımızda sağ tarafta ülkücüler, diğer tarafta da devrimciler var. O gün Türkiye’yi yöneten zihniyet bu iki kutbu birbiriyle çatıştırmak suretiyle bir çıkış yolu bulmak isteyen arkadaşlara bu düşünceyi bu fırsatı vermemek istiyorlar. İstedikleri gibi idare etmek istiyorlar. Orada benim devrimcilerle uzun sohbetlerim oldu. En son bana Hocam madem bizim dinimiz böyleydi de neden bizi uyarmadınız? Bende dedim ki araları açıyorlar ve birbirimize düşman gösteriyorlar. Dolayısıyla bizi birbirimize düşman edip kavga ettirenler üstümüzdekiler. Bunu bizim anlayıp düşman olmamamız lazım. Aslında hiçbir farkımız yok. Toplumun ayırımı tam bir şeytan işidir. İktidarı istediği gibi götürmek isteyenlerin yaptıkları bir hareketti. Bütün kutuplaşmaların altında yatan buydu.
“SOSYALİSTLERE İSLAMI ANLATTIK”
Az önce söylemiştim, birbirine tam anlamıyla zıt iki kutuptan ve Kur'an diliyle Ye'cüc ve Me'cüc'ün ikisinin arasında biz İslamcılar tam bir Sedd-i Zülkarneyn oluşturuyorduk. Bu iki grup birbirleriyle devamlı hırlaşıyorlardı, ama biz mani oluyorduk. Bana bir genç geldi. "Sayın Hocam, sizinle tanışmak ve konuşmak istiyorum, izin verirseniz" dedi. "Buyurun" dedim. Oturdu, konuşuyoruz. Onun arkadaşları da benim arkadaşlarım da bu durumu çok garipsediler. Bir İslamcı ile bir sosyalist, nasıl oluyor da böyle oturup konuşabiliyorlar? Onların tezi önce ikna etmekmiş. Biz İslamcıların zaten vazifesi de budur. İslam'ın ilk zuhurundan hayatın sonuna kadar bu vazife her müslüman için geçerli olacaktır. Kendisiyle konuşurken önce onu dinledim. Asıl hayretime giden, bir lise talebesinden tutun, yaşlanmış bir solcuya kadar hemen hepsi aynı şeyleri söylüyor, aynı şeyleri düşünüyor ve ne yapacağını biliyor. Ama bizde her kafadan bir ses çıktığı gibi, kimin ne yaptığı, ne yapacağı da belli değildir. Bizimkiler okumuyorlar, düşünmüyorlar. İslam'ın çağımızın konularını nasıl çözeceğini, nasıl çözmesi lazım geldiğini, işçi-işveren konusu, nasıl bir üretim metodu, mülkiyetin nasıl ve hangi çerçevede olması lazım geldiğini, altyapı-üstyapı meselesinin ne olması lazım geldiğini, düşünene rastlamadım bizde...
“DEVRİMCİ GENÇLERİN BU HALE GELMESİNDEN SİZ SORUMLUSUNUZ”
Atila Yalın'la kısa bir görüşme yaptık. Akşam 15 kadar arkadaşıyla toplanıp bana geldiler. Tam üç saat onlar sordu ben anlattım. Bu toplantılar her gün akşam devam etmeye başladı. Onlara, "Sosyalizm'e gerek yok. İslam hem Sosyalizm'in iddialarına hem de Kapitalizm'in iddialarına en güzel şekilde cevap veren bir sistemdir" konusunu ayetler, hadisler ve geçmiş olaylarla belgeleyerek anlattım. Son oturumda Atila Yalın bana; "Hocam, ne güzel tarihiniz var, bu günkü olayların açıklamasını bile geçmiş bir olayla yapıyorsunuz" diyordu. Bir başkası, "Hocam, bu devrimci gençler var ya, bunların bu duruma gelmesinden sizler sorumlusunuz. Böyle güzel bir dinimiz varken, bizim nemize gerek Komünizm, Sosyalizm" deyiverdi. Bir diğeri: "Hocam, siz yerinizde oturuyorsunuz. Namaz kılıyor ve Kur'an okuyorsunuz. Sizin bu uslu halinize bakıp içimden, yahu bu kapitalistlerde hiç akıl yok, şu adamı da buraya alıp getirmişler demiştim. Anladım ki siz, iyi bir rejim düşmanı, iyi yetişmiş bir İslam militanısınız. Adamlar sizi buraya getirmekte haklıymışlar" dedi.
EN AĞIR İŞKENCELERİ BİZDEN NEVZAT ARABACI GÖRDÜ
Uçaksavar taburunda bir ay kadar kaldım. Çok şey gördük orada. Bizden en çok Nevzat Arabacıya işkence ettiler. Devrimcilerden bazı çocuklarda çok işkence görüyordu. İçeri sapasağlam giden askerlerin kolunda geliyordu. Ürkütücü etki yapıyordu. Bazıları intihara teşebbüs ediyordu. Bunu üzerine işkence yerini değiştirdiler. Arkadaşımız Nevzat Arabacı mitigde İstiklal Marşı okunurken oturanların başıydı. Ona çok bozuluyordu. 15 gün boyunca her türlü işkenceyi uyguladılar. Ama o hiç konuşmadı. Ali Galip Doğan konuşmuştu aslında. Nevzat’ın ısrarı boşunaydı. Onbeş gün sonra Nevzat yanımıza geldiğinde onu tanıyamadık. Sol dizi bükülmüyordu. Yardım ettik bir abdest aldı. Namaz kılarken ayağının altını gördüm delinmişti. Sonra bir kez daha götürdüler, götürürlerken helalleşmiştik. Belki bir daha görüşemeyiz diye. Gidişi o gidiş oldu. Aylar sonra bir dolmuşta karşılaştım. Beni görmemişti. Arkasından onu yakalar gibi yaptım. Korktu hopladı. Kucaklaştık. Helal olsun Nevzat’a… Allah'ü Zülcelâl bir daha böyle günler göstermesin. Amin...
DEVAM EDECEK...