Avrupa'da Aşırı Sağ Tehlikesi ve Öteki Olan Müslümanlar
Avrupa'da göçmen ve yabancı düşmanlığı, Türkofobi ve İslamofobi, şüphecilik ve ırkçılık gibi saiklerle hareket eden aşırı sağ sorunu giderek hızlı bir şekilde bütün kıtada etkisini göstermeye başlıyor.
Aşırı sağın yekpare bir yapısı olmadığından anatomisini anlamak da göründüğü kadar kolay olmuyor. O nedenle Avrupa'da yer alan ülkelere dair genelleyici bir değerlendirmede bulunmak pek sağlıklı olmaz. Bu minvalde aşırı sağ popülizmi kıta ülkelerinde milliyetçi temelli devam ediyorsa da, bazı ülkelerde farklı seyredebiliyor. Örneğin Almanya'da kültürel bir kavga üzerinden, Belçika ve Hollanda da ise Müslümanların gündelik yaşamındaki görünümleri üzerinden sözel sataşma ve yorumlarla kendini gösterebiliyor. Tabi zahirde görünen bu yapısal sorunların, öncelikle derinlerde yatan farklı nedenlerden kaynaklandığının iyi bilinmesi gerekiyor. Dolayısıyla tarihsel ve fikirsel arka planı anlamadan yaşananları anlamlandırmak pek mümkün olmuyor.
Nitekim Avrupa'daki ırkçılığın tarihçesi, Ortaçağ Avrupası, Roma İmparatorluğu hatta antik Yunan'a kadar götürülebilir. Batı da ırkçılık, tarihsel açıdan anomali arz eder. Şu anki karşıtlığın temeli özde eskilere dayanıyorsa da, bugünkü hikaye geçmişe göre biraz daha farklıdır.
90'lı yıllarda birlikte yaşama, çok kültürlülük, ötekine saygı ve demokrasi gibi kavramlar Avrupa'nın üstün ortak değeriydi. Ancak zaman içerisinde meydana gelen ekonomik krizler, pandemiler, göçler ve Rusya-Ukrayna savaşı gibi yaşanan güvenlik krizleri hem halkın devleti yegane kurtarıcı olarak görmesini sağladı hem de aşırı sağın tez ve söylemlerinin toplumsal ve siyasi platformlarda zemin kazanmasına yol açtı. Esen şiddetli rüzgar aşırı sağı olabildiğince yükseltirken, kurumsal bir taban oluştu.
Ne var ki insanoğlunun devam eden kimlik arayışı, kaynakların yetersizliği, bölüşümün adaletsizliği, biz-onlar, dost-düşman gibi ayrımı her zaman çatışma ve savaşların sebebi olmuştur. Hele bir de benden olanlar (medeni), bana uymayanlar (barbar) gibi paradoksal bir anlayış, kendisine sürekli bir ''öteki'' bularak, onun dışlanması ve yok edilmesi süreçlerini getirmiştir. İşte bu çatışmacı anlayış tarihin gördüğü en vahşi biçimiyle 19'uncu ve 20'inci yüzyılda Avrupa kıtasında hakim görüş olmuştur. Sömürge ve emperyalist hedeflerle ''öteki'' olan Afrika ve Latin Amerika ülkelerindeki insanlar öldürülmüş, İkinci Dünya Savaşında Yahudi katliamı yapılmıştır.
Kimlik inşası, medeni olanlarla barbar olanlar gibi bir hiyerarşi üzerinden kurulduğunda o vakit ırkçılık olgusu da ortaya çıkarak, yaşanan ölümlerin ''öteki'' oldukları için gerçekleştiği realitesini ortaya çıkarır ve durumu izah etmeye çalışır. Zira medeni olma; Hristiyan olmayı, bu kültüre aidiyeti, giyim ve davranışı ihtiva ederken, bu birikime sahip olmayanları da ''ötekileştirir'' ve asla eşit insan yapmaz.
Batı da aşırı sağcı ırkçıların düşünce sistematiği de oldukça farklıdır. Geçmişte Atilla, Hunlarla beraber Roma'nın sınırlarını zorlamıştır. Sonra Osmanlılar, Viyana kapılarına kadar gelerek Avrupa'nın sınırlarını zorlamıştır. Şimdilerde ise Afganistan, Irak ve Suriye gibi ülkelerden gelen ve ''öteki'' olan Müslüman göçmenler Avrupa'nın sınırlarını zorluyor. Avrupa'da aşırı sağ, işte bu gelişmelere karşı bir mukavemet geliştirilmesi, bir takım önlemlerin ivedi olarak alınması, toplumun korunması, sınırların savunulması, güvenliğin sağlanması gibi tez ve hipotezlerle yol alıyor.
Önemli olan bir diğer ayrıntı da geçmişte petrol, günümüzde gaz krizi, durağanlaşan kalkınma hızı ve global kriz gibi sorunların, Avrupa'da yaşayan Türklerin de ''öteki'' olduklarını ortaya çıkarması durumudur. Farklı dini inançları, ırkları ve kültürleriyle artık İslamofobi'ye Türkofobi'de eklemlenmiştir.
2019 tarihinde Almanya'nın doğusundaki Halle kentinde aşırı sağcı, antisemitist ve yabancı düşmanı Stephan Balliet, bir sinagoga saldırı düzenliyor. Kapıdan içeri giremeyince bu kez sinagogun karşısında bulunan Türk dönercisine saldırarak orada çalışan ve yemek yiyenleri silahla tarıyor. Mahkemede verdiği ifadesinde ise, ''Almanya'ya yapılan mülteci akımının hayatının dönüm noktası olduğunu'' söylüyor. Avrupa'da bu eylem gibi saldırıların yanı sıra kişisel olarak Türk camiasının önde gelen isimleri tehdit alıyor, kurumsal olarak sivil toplum kuruluşları tehdit ediliyor ve çok sık aralıklarla camileri kundaklanıyor.
Avrupa'da yapılan aşırı sağcı saldırılarda faillerin, çoğu zaman psikolojik ve ekonomik sorunları bulunduğu, madde bağımlısı olunduğu gibi bir takım güzelleştirmeler yapılıyor. Fiil, tek fail retoriğinde istisna olarak değerlendiriliyor. Arka plandaki örgütsel yapı bir türlü ortaya çıkarılamıyor.
Türkler ve etnik kökeni farklı olan Müslümanlar tehdit unsuru olarak görülmeye devam edildiği sürece ve kimlik inşası ötekileştirme üzerinden yapıldığı müddetçe geleceğe yönelik ümit var olunamaz. Demokrasi ve hukuku tehdit eden ırkçı anlayışın engellenmesi, orta ve uzun vadede dönüşümün sağlanması için politik ve sosyolojik, yapısal bazı kararların alınması gerekir.
Yaklaşan tehlikeyi ırkçılığın baskın olduğu ülkelerdeki yerel toplum görüyor da ne yazık ki Türk toplumunun yeterince göremediği anlaşılıyor. Yaşananlara adeta kayıtsız kalınarak, seyretmekle iktifa ediliyor. Bu konular sadece ölüm yıldönümlerinde hatırlanıyor. Oysa bireysel ve kurumsal ırkçılıkla mücadelenin hukuki olarak verilmesi gerekiyor. Hakların aranması ve yaşananların tekrar yaşanmaması siyaset, sivil toplum, akademiye ve medyanın birlikte hareket etmesini zorunlu kılıyor. Öte yandan ırkçılıkla mücadelede slogan ve hamasetle olmuyor. Bunun için hukuk ekiplerinin olması, görülen davalara müdahil olunması ve takip edilmesi gerekiyor. Türk toplumu ve diğer Müslüman milletlerin huzurunun sağlanabilmesi için Avrupa'daki sivil toplumun bu konuda daha fazla inisiyatif alması ve birbirleri arasındaki işbirliğinin geliştirilmesinin önemi artık ortaya çıkıyor.