Yeni Haber'de Ramazan 9. Gün - 31.03.2023
Yeni Haber ailesi olarak hayırlı iftarlar diliyoruz. Konya için bugün iftar saati 19.18
Mübarek Ramazan'ın 9. Günü
“Denizde iken onları dağlar gibi dalgalar kapladığında, bütün kalpleriyle yalnız Allâh’a yalvarırlar. Fakat O, onları kurtarıp karaya çıkarınca bir kısmı işi gevşetir, îmanla inkâr arasında ortada kalır…” (Lokmân, 32)
Ayet:
Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla;
İyilik ve takva için yardımlaşın, Allah’a karşı gelmekten sakının. Ama günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir.
Allah (C.C.) ne güzel söyledi.
(Maide Suresi, 5. Ayet)
Hadis:
Allah’ın Rasulü Hz Muhammet (S.A.V.) şöyle buyurdu;
Kulların sabaha eriştiği her gün 2 melek yeryüzüne iner. O meleklerden biri, “Allah’ım, kazandığını infak edene bolluk ver.” der.
Diğer melek de, “Allah’ım kazandığından hiç harcamayıp cimrilik yapana, yokluk ver.” diye beddua eder.
Allah’ın Rasulü Hz. Muhammet (S.A.V.) ne güzel söyledi.
(Buhari, Zekât, 27)
Dua:
Ey Âlemlerin Rabbi Olan Yüce Allah’ım vatanımıza, milletimize dirlik birlik nasip eyle. Milletimize, yeni zaferler nasip eyle.
Müslüman Kardeşlerimizi kâfirlerin, Yahudi ve Hıristiyanların yaktığı fitne ateşinde yakma. O ateşi söndür ve Müslümanlara birlik, dirlik nasip eyle.
Ey Yüceler yücesi Rabbimiz, Sana kulluk eden Müslümanları ahir zamanda zelil, rezil etme, onurlarını, şereflerini, haysiyetlerini Müslümanların elinden alma Allah’ım…
Âmin.
Ebu Ubeyde bin Cerrah (R.A.)
583 yılında Medine’de tüccar bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasının adı Abdullah, annesinin adı ise, Ümm-i Ğanem Ümeyye bint-i Câbir’dir. Ailesi Kureyş’e bağlı Beni Haris kabilesine mensuptu. İslam’dan önceki yaşamında Kureyş’te saygı değer bir kişiydi. Araplar arasındaki nadir okuma-yazma bilenlerden biriydi. Asıl ad Amir b. Abdullah b. el-Cerrah’tır. Cerrah ismi dedesinin adıdır. Nesebi, Rasûlullah(sav)’ın nesebiyle dedelerinden Fihr’de birleşir.
Ebû Ubeyde(ra), Hz. Ebû Bekir(ra)’in davetiyle Resûlullah(sav)’a giderek Müslüman olmuştur. Müslüman olduğunda yirmi yedi yaşında idi. Babası Resulullahın en azılı düşmanı idi. Ubeyde Müslüman olunca babası tarafından hanımıyla birlikte evden kovulmuştur. Ümmetin emini lakabıyla meşhur olmuştur. Rasûlullah(sav), “Ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekir, en şiddetlisi Ömer, en hayalisi Osman en helâl ve harami bileni, Muaz b. Cebel, ferâizi en iyi bilen Zeyd b. Sâbit, en düzgün Kur’ân okuyani Übeyy b. Ka’b, en emîni Ebû Ubeyde’dir” buyurmuştur. Hazreti Muhammed(sav)’in yaptığı bütün gazalara katılmıştır. Bedir Savaşı’nda müşrikler safında yer alan babasını fark edince, onunla karşılaşmamaya oldukça özen göstermiş, fakat babasının ısrarla kendisini takip edip öldürmek istemesi karşısında, zor durumda kalarak istemediği halde onu öldürmüştür.
Hazreti Muhammed(sav) Uhud’un eteklerine doğru çekildiği esnada, O’nu korumak için etrafında halka teşkil eden, on dört cesur sahabe arasında Ebu Ubeyde (ra)’de vardır. Bu savaşta Rasûlullah(sav)’in yüzüne batan miğfer parçalarını dişleriyle çekerken ön dişleri kırılmıştır.
Ebu Ubeyde(ra), uzun boylu, zayıf, hafif sakallı, güzel yüzlü, züht ve takva sahibi, cesur, adaletle hükmeden, itaatkâr, zekî, uysal, uyumlu, merhametli idi.
Ebû Ubeyde bin Cerrâh(ra), Hz. Ebû Bekir(ra)’in hilâfetinden itibaren Hz. Ömer(ra) zamanında cihad hareketinde Suriye bölgesindeki fetihlere katıldı ve kumandan olarak yer aldı. Ayrıca O, Bisan, Taberiye, Baalbek, Humus, Hama, Seyre, Maarra, Lazkiye, Antarius, Banyas, Selemiye, Halep, Antakya, Menbic, Delul fetihlerinde bulunmuştur.
634 yılında, Humus’ta Roma İmparatoru Heraklius’un muazzam ordusuna karşı Ebû Ubeyde, Yezid b. Ebî Süfyan, Surahbil, Amr b. el-Âs ve Halid b. Velid gibi kumandanların orduları birleşerek Ecnâdin’de savaştılar. Müslümanlar üç bin şehit vererek burayı fethettiler. Ebû Ubeyde(ra) Hz. Ömer(ra)’in emriyle Humus’a yerleşti.
Yermük savaşında Müslümanlar inançlarıyla dev gibi Roma ordusunu korkunç bir yenilgiye uğrattı. Habat (ağaç yaprağı) gazvesinde emrindeki 310 sahabeyle birlikte günlerce aç kalmışlar, ağaç kabuğu yiyerek açlıklarını gidermeye çalışmışlardır.
Ebu Ubeyde (ra) mal ve mülke rağbet etmeyerek sade bir hayat sürdü. Bir gün, Resulullah (sav)’ın ardında namazını eda edip sohbetine katılmadan koşa koşa evine gitmesi Peygamberimiz(sav)’in dikkatinden kaçmamıştı. Yolda karşılaştığı Ebu Ubeyde’ye (ra) sorar;
“Ya Ubeyde niçin sohbetimizde bulunmuyorsun namaz biter bitmez gidiyorsun?”.
“Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Resulu(sav) giyecek bir tek entarim var hanımımın giyecek bir şeyi yok entarimi çıkarıp ona veriyorum oda namazlarını eda ediyor.” Buyurur.
Bu sözler üzerine iki cihan serveri Efendimiz(sav) gözyaşlarını tutamaz ve “Sabret Allah yakında sizleri mükâfatlandıracaktır” der ve ona entarilerinden birini hediye eder.
Anadolu’nun ilk camisi Antakya’da yapılan Habib-i Neccar camisidir. Bu cami, Ebu Ubeyde Bin Cerrah Tarafından 636 yılında inşa edilmiştir. Müslümanlık Anadolu’ya buradan yayılmaya başlamıştır.
Ebu Ubeyde 638 yılında elli sekiz yaşında iken seferde vebadan ‘şehit olarak’ vefat etmiştir. Cenaze namazını savaş alanında, yerine vekil olarak bıraktığı, Hz. Muaz b. Cebel kıldırmıştır.
Şerefli bedeni Ürdün’ün Beysin bölgesinde, kendi adıyla anılan köyde bulunmaktadır.
Vefatında hanesinde ancak silah, bir koyun postu ve bir su testisi bulunmuştur.
Allah ondan razı olsun…
Muhammed Baba Simasî (k.s.)
Simasî; ortaboylu, gökçek yüzlü ve esmer tenliydi. Nurlara mazhar olduğu yüzünden lemean eden ziyadan belliydi. Nâfiz bir nazar, keskin bir görüşe ve derin bir hissedişe malikti.
"Azizan" lâkabıyla meşhur Ali Râmîtenî'den sonra silsile Muhammed Bâbâ Simasî ile devam etmektedir. Hoca Muhammed, Râmîten'e bir, Buhârâ'ya üç fersah mesafede bulunan Simas köyünden. Burada 5/6 Temmuz 1215 tarihinde doğduğu rivayet edilir, doğduğu bölgede yaşadı ve burada vefat etti (10 Cemaziyelahir 755 Hicrî, 2/3 Temmuz 1354 Miladi).
Simasî bir süre memleketinde dînî ilimler tahsili ile meşgul oldu. Zâhir ilimlerinde belli bir derinlik kazandıktan sonra, mânevi ilimlere yöneldi. Devrin ünlü şeyhi, altın silsilenin çağındaki halkası Ali Râmîtenî'nin dergâhına kapılandı. Buhârâ ve Harezm taraflarında şeyhiyle beraber bulundu. Riyâzat ve mücâhedede, edeb ve ifadede akranına tefevvuk ederek şeyhinin yerine irşad makamına geçti. Şeyhi Ali Râmîtenî vefatı sırasında müridlerine: "Buna bağlanın, emrini tutun, sağ olduğu sürece onun yanından ve yolundan ayrılmayın" diye vasiyette bulundu.
Muhammed Bâbâ Simasî, şeyhinin yerine irşad makamına geçtiğinde, müridlerini bizzat kendisi bulurdu. Halkın arasında dolaşır, müridlik ve dervişliğe kabiliyetli insanları nerede bulursa hemen yanına alırdı. Nitekim daha sonra kendi yerine halife olarak bırakacağı Emir Külâl'i ve hatta ondan sonraki Bahaeddin Nakşiben'di hep o bulup keşfetmişti. Emir Külâl'i er meydanında güreşirken buldu. Onun gürbüz vücudunda, en az bedeni kadar güçlü mâneviyat istidadı keşfederek onu tutup er meydanından gönül erleri meydanına çekti. Sırtındaki kısbeti çıkartıp dervişlik kisvesi giydirdi ve gönül sultanları makamına erdirdi. "Bu er, zâhirin değil, bâtının pehlivanıdır. Nice insan onun elinden kemâle erecektir" dedi.
Emir Külâl'den sonra emaneti alacak ve bu yolda "Pir" ünvanıyla anılacak olan Şah-ı Nakşbend hazretlerinin de ortaya çıkaran O'dur. Nitekim müridleriyle Şah-ı Nakşbend'in ailesinin oturduğu Kasr-ı Hinduvan'dan geçerken: "Burada benim burnuma bir yiğit kokusu geliyor. Yakında bu yiğit sayesinde Kasr-ı Hinduvan, Kasr-ı ârifân olsa gerektir" der. Bir kaç zaman sonra köye tekrar gelen Muhammed Bâbâ bu sefer: "Koku artmış, bu yiğit dünyaya gelmiş olmalı." der. Meğer bu sırada Bahaeddin doğalı henüz üç gün olmuş. Emir Külâl'in hanesinde misafir olan Muhammed Simasî'ye, dedesi, Şah-ı Nakşben'di kucağına alıp getirir ve takdim eder. Muhammed Bâbâ, Bahaeddin'i görür görmez: "Bu bizim oğlumuzdur, biz onu evladlığa kabul ettik" der. Sonra ihvanına dönerek şöyle konuşur: "Dünyaya gelmeden kokusunu aldığımız yiğit işte budur. Zamanının en büyük imam ve mürşidi olacaktır." Bilahare Emir Külâl'e dönüp şu ifadelerle Bahaeddin'i ona ısmarlar: "Bu benim oğlumdur. Onu sana emanet ediyorum. O'nun eğitimi konusunda ihmal ve kusur göstermeyesin. Eğer bu konuda kusur ve fütur gösterecek olursan sana hakkımı helâl etmem." Bu sözler üzerine Emir Külâl de gayrete gelip der ki: "Bu konudaki emirleriniz başım üzre. Emirlerinizi yerine getirme konusunda ihmâl gösterir, gevşek davranırsam merd değilim." Bu şahidli isbatlı mukavele ile Bahaeddin'in irşad hizmeti Emir Külâl'in uhdesine tevdi edilmiş oldu.
Muhammed Bahaeddin Nakşbend şöyle anlatıyor: "Evlenmeye karar verdiğimde dedem beni, uğurlu ayağıyla hanemizi bereketlendirsin ve bize yardımcı olsun diye şeyhi Muhammed Simasî'ye gönderdi.
O gece gönlümde dua, niyaz ve tazarru arzusu peyda oldu. Şeyhin mescidine gittim, iki rekât namaz kıldım ve duaya başladım. Dua sırasında dilimden şu lafızlar döküldü: "İlâhî, bana belâ yükünü çekmeye ve muhabbet sıkıntısına dayanmaya kuvvet ihsan eyle!" Sabah olunca Muhammed Simâsî' nin huzuruna vardım. Bana şunları söyledi: "Oğlum bundan sonra şöyle dua et; İlâhî, rızan hangi noktada ise bu kulunu orada bulundur. Eğer Allah dostuna belâ verecek olursa, inayetiyle o belâya sabır ve tahammül gücü de ihsan eder. Fakat Allah'tan ne geleceğini bilmeden belâ ister gibi dua, küstahlıktır." Şah-ı Nakşbend hazretlerinin bizzat anlattığı gibi, onun ilk mürşidi böylece Muhammed Bâbâ Simâsî olmuş oldu.
-Rahmetullahi aleyh-
Dâimâ Cenâb-ı Hakk’a Sığınmak
Makale Osman Nuri Topbaş Hocaefendi
Îlâ-yı kelimetullah uğruna, hayatının büyük bir bölümünü cihad meydanlarında geçirmiş olan büyük sultan Gazneli Mahmud, husûsiyle Hindistan’a on yedi sefer düzenlemiştir.
“Put kıran” lâkaplı bu meşhur hükümdar, işte bu seferlerinden birinde çok şiddetli bir direniş ile karşılaşır. Zafere ulaşacağından bir an şüpheye düşer. Cenâb-ı Hakk’a içli içli yalvarırken, dudaklarından şöyle bir söz dökülür:
“Ey Rabbim! Bu savaştan gâlip çıkarsam, aldığım bütün ganimetleri ihtiyaç sahiplerine dağıtacağım.”
Ve neticede Sultan Mahmud, Allâh’ın yardımıyla bu zorlu savaştan da gâlip çıkarak pek kıymetli ganimetlerle devletin başşehri Gazne’ye döner. Cenâb-ı Hakk’a vermiş olduğu söz dolayısıyla, vakit kaybetmeden, elde ettiği bütün ganimetleri, vaad ettiği gibi, yoksul, fakir, kimsesiz ve muhtaçlara dağıtmaya başlar. Fakat bunu haber alan bâzı vezir ve komutanlar Sultân’ın huzuruna çıkıp:
“Aman Sultânım! Ne yapıyorsunuz? Bunca değerli ganimetler, altınlar, inciler fakir-fukaraya öylesine dağıtılır mı? Hem onlar bunların kıymetini nereden bilecekler? Üstelik devlet hazinesinin de bunlara şiddetle ihtiyacı var.” derler.
Sultan Mahmud, bunu Allâh’a verdiği sözün bir gereği olarak yaptığını, kendisi için bir adak olduğunu söylediyse de, huzuruna çıkan adamları yine itiraz ederler:
“Efendimiz! En azından, önemsiz olanları dağıtın, değerli olanları hazineye ayırın. Zira bütün memleketin bunlara ihtiyacı var.” gibi türlü sözlerle Sultân’ın gönlünü bulandırıp onu yapmakta olduğu hayırdan vazgeçirmeye çalışırlar.
O devirde Gazne’de yaşayan ve ne pahasına olursa olsun doğruyu ve hakkı söylemekten çekinmeyen âlim ve fâzıl bir zat vardır. Sultan Mahmud onu huzuruna dâvet edip, durumu bir bir anlatır ve ne yapması gerektiğini sorar. O basîret ve firâset sahibi büyük zât, şu cevâbı verir:
“Sultânım! Bunda kararsızlığa düşecek bir taraf göremiyorum. Aksine çok basit bir tercih karşısındasınız. Şöyle ki; Eğer Allâh’a bir daha işinizin düşmeyeceğine inanıyorsanız, hemen adamlarınızın dediğini yapın ve bütün ganimeti devletin hazinesine teslim edin. Ama Allâh’a tekrar ihtiyacınızın olacağını düşünüyorsanız -ki bütün kullar dâimâ O’na muhtaçtır- verdiğiniz sözü tutun, adağınızı yerine getirip ganimetleri ihtiyaç sahiplerine dağıtın!”
Bu fânî dünya, insanoğlu için bir imtihan yurdudur. Bu sebeple bâzen darlık, felâket ve hastalıkla, bâzen de bolluk, saâdet ve sağlıkla imtihana tâbî tutulur. Gâye, hayatın her safhasında sergilemesi gereken kulluk ölçülerine, bir kulun ne derecede riâyet ettiğini görmektir. Bir mü’minden beklenen ise, hayatın med-cezirleri karşısında istikâmetini bozmayıp, kulluğun gereklerini îfâ edebilmesidir.
Cenâb-ı Hak kulundan, dâimâ kendisi ile beraber olmasını arzu etmektedir. Meselâ bir insan, müthiş bir zelzeleye yakalandığı veya türbülânsa giren bir uçakta bulunduğu vakit Cenâb-ı Hak’tan başka bir sığınak ve barınak düşünebilir mi?
Nitekim bu hakikate, farklı bir misal vermek sûretiyle âyet-i kerîmede şöyle dikkat çekilmektedir:
“Denizde iken onları dağlar gibi dalgalar kapladığında, bütün kalpleriyle yalnız Allâh’a yalvarırlar. Fakat O, onları kurtarıp karaya çıkarınca bir kısmı işi gevşetir, îmanla inkâr arasında ortada kalır…” (Lokmân, 32)
İşte yukarıda nakledilmiş olan bu kıssadan almamız gereken en büyük hisse, zor zamanlarda Cenâb-ı Hakk’a ilticâ eden bir kimsenin taşıdığı hâlet-i rûhiyeyi, hayatın her ânına şümûllendirebilmektir. Mü’min, Rabbi ile bu kalbî irtibatı gerçekleştirebildiği zaman, makbul bir kulluk hayatına adım atmış demektir.
Böylesi bir kul, seyrettiği güzel manzaralarda dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın Cennet nîmetlerini tefekkür eder. Gördüğü korkunç manzaralarda da Cenennem’in dehşetini hatırlar. Nitekim şu hâdise, gönlün bu kıvâma ulaştığında nasıl bir hassâsiyet kazandığını gösteren müşahhas bir misaldir:
Ebû Vâil anlatıyor:
“Abdullah bin Mesʻûd -Radıyallâhu Anh- ile beraber yola çıktık, yanımızda da Rebîʻ bin Haysem -Rahmetullâhi Aleyh- de vardı. Bir demircinin yanından geçiyorduk. Abdullah durup ateşin içindeki demire bakmaya başladı. Rebîʻ de ateşe baktı ve yere düşecek gibi oldu. Sonra Abdullah oradan ayrıldı, Fırat sahilinde bir fırının önüne geldik. Abdullah fırının içindeki ateşin alev alev yandığını görünce:
“Cehennem ateşi uzak bir mesafeden onları görünce, onun öfkelenişini (müthiş kaynamasını) ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak cehennemin daracık bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler.” (el-Furkān, 12-13) âyet-i kerîmesini okudu.
Bunun üzerine Rebîʻ bayıldı. Onu taşıyarak âilesine götürdük. Abdullah -Radıyallâhu Anh- öğlene kadar başında bekledi ama Rebîʻ ayılmadı. Akşama kadar bekledi de nihayet Rebîʻ ayıldı. Abdullah -Radıyallâhu Anh- da evine döndü.” (Ebû Ubeyd, Fedâilü’l-Kur’ân, s. 23)
Velhâsıl bu fânî dershânede mühim olan, kalbimizin bu hassâsiyet kıvâmına nâil olabilmesidir.