Yeni Haber'de Ramazan 8. Gün - 30.03.2023
Yeni Haber ailesi olarak hayırlı iftarlar diliyoruz. Konya için bugün iftar saati 19.17
Mübarek Ramazan'ın 8. Günü
“Arkalarında eli ermez, gücü yetmez küçük çocuklar bıraktıkları takdirde, onların hâlleri nice olur diye endişe edenler, yetimlere haksızlık etmekten de öylece korksunlar da Allah’ın cezalandırmasından sakınsınlar ve doğru söz söylesinler.” (Nisa, 4/9.)
Ayet:
Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla;
Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın! Nerede olsanız Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz, Allah'ın gücü her şeye hakkıyla yeter.
Allah (C.C.) ne güzel söyledi.
(Bakara Suresi, 148. Ayet)
Hadis:
Allah’ın Rasulü Hz Muhammet (S.A.V.) şöyle buyurdu;
Kim helal kazancından bir hurma miktarı sadaka verirse –ki Allah sadece helal olanı kabul eder- Allah o sadakayı büyük bir hoşnutlukla kabul eder. Sonra onu sahibi için, sizden birinizin tayını yetiştirdiği gibi (özenle) dağ gibi olana kadar büyütür (bereketlendirir).
Allah’ın Rasulü Hz. Muhammet (S.A.V.) ne güzel söyledi.
(Buhari, Zekât, 8)
Dua:
Ey Âlemlerin Rabbim olan Allah’ım, sen ülkemize, milletimize acı. Şu mübarek günlerin ve Resulü Zişan Efendimizin yüzü suyu hürmetine ülkemiz için oynana kötü oyunları ve tuzakları boz, ülkemize milletimize düşmanlık edenlere fırsat verme ve onları helak et.
Adaletle hükmeden ve senin yolunda olan idarecilerimize yardım et, onlara kötülük yapmak isteyenlere fırsat verme.
Ümmeti İslam’ı düşmanlarının şerrinden koru ve birlik beraberlik nasip eyle.
Âmin
SA’D BİN EBÎ VAKKÂS
Eshâb-ı kiramın büyüklerinden ve İran’ı zapt eden ordunun kumandanı. Dünyada iken Cennetle müjdelenen on sahabeden biridir. İsmi Sa’d, künyesi Ebû İshâk’dır, Babasının adı Mâlik ve künyesi Ebû Vakkas’dır. Babasının adı yerine künyesi kullanılmaktadır. İlk Müslüman olanların yedincisidir. Fil vak’asından 23, Hicret’ten 30 yıl önce Mekke’de doğdu. 17 yaşında iken Hazret-i Ebû Bekir’in vasıtasıyla Müslüman oldu.
Nesebi hem baba tarafından, hem de anne tarafından Peygamber efendimizle ( aleyhisselâm ) birleşir. Babası Mâlik bin Üheyb bin Abdi Menaf bin Zühre bin Kilâb-i Kureyşi’dir. Annesi, Zühreoğullarından Hamne binti Ebû Süfyân’dır. Annesi oğlunun müslüman olduğunu duyunca çok sinirlenip, Onu İslâm dininden döndürebilmek için çeşitli yollara müracaat etti.
Annesi Hazret-i Sa’d’ın dinine bağlılığını, imânındaki sebatını görünce şaşırdı, çaresiz kaldı.
Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri ile annesi arasında geçen bu hâdiseden sonra Allahü Teâlâ evladın anne ve babaya hangi hallerde tâbi olacağını, hangi hallerde tâbi olmayacağını bildiren Ankebût suresi, 8. âyet-i kerîmesini göndererek; “Biz insana, ana ve babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik. Bununla beraber, hakkında bilgi sahibi olmadığın (ilah tanımadığın) bir şeyi bana ortak koşmak için sana emrederlerse, artık onlara (bu husûsta) itaat etme! Dönüşünüz ancak banadır. Ben de yaptığınızı (amellerinizin karşılığını) size vereceğim” buyurdu.
Sa’d bin Ebî Vakkas, Eshâb-ı kiram arasında en cesur ve kahraman olanlardandır. Şecaatta (cesârette), düşmana karşı şiddette en ileri Eshâb-ı kiram arasında Hazreti Ömer, Hazreti Ali, Hazreti Zübeyr bin Avvam ve Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleriydi.
Hazret-i Sa’d bütün gazalarda ve birçok seriyelerde bulundu. Savaşlarda çok kahramanlıklar gösterdi. Mekkeli Müslümanların üç bayrağı bulunuyordu. Bunlardan biri kendisine verilmiş, Müslümanların bayraktarlığını yapmıştır. Bedir Harbinde, büyük kahramanlık göstermiş, düşman tarafında bulunan, müşriklerin en başta gelen kumandanı ve en azılı din düşmanlarından olan Sa’d bin el-As’ı öldürmüştür. Uhud Harbinde de, Müslümanların sıkışık durumlarında büyük bir metanetle çarpışmış, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) yanından hiç ayrılmayıp, düşmana karşı savaşmıştır. Hazret-i Sa’d ok atmakta çok maharetliydi. Her attığı ok isâbet ediyordu. İslâmiyette, Allah yolunda ilk ok atan Sahabedir.
Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri, birçok birliklere de kumandanlık etmiştir. Peygamberimiz zamanında Hicaz’da, el-Harrar mevkiine gönderilen seriyyeye kumandanlık yapmıştır. Medine şehrinin emniyetinin sağlanmasında önemli görevlerde bulunmuş, Resûlullah efendimizle (aleyhisselâm) Buvat Seferine katılmış, bu seferde Peygamberimizin (aleyhisselâm) sancağını taşımıştır.
Hudeybiye antlaşmasında bulunmuş, şahid olarak anlaşmayı imza etmiştir. Hazreti Ebû Bekir, halife seçilince ilk bîat edenler arasında olmuştur.
Hazret-i Ömer zamanında, Hevazin bölgesine zekât toplamak için gönderilmişti. Bu sırada İran taraflarındaki olaylar büyüyünce, hem bu olayları önlemek, hem de düşmana bir ders vermek için bir İslâm Ordusu hazırlandı. Bu ordunun başına Sa’d bin Ebî Vakkas geçirilmişti.
Hazret-i Ömer, Sa’d bin Ebî Vakkas’ı İslâm ordularına başkumandan tayin etti.
Kadisiye Muharebesi; İslâm Ordusu ile İran Ordusu arasında oldu. İslâm Ordusuna Sa’d bin Ebî Vakkas (radıyallahü anh), İran Ordusuna da Rüstem kumanda ediyordu.
İslâm Orduları İran Ordusunu bozguna uğrattı, önce İran Ordusu komutanları öldürüldü. İran Ordûsu’nun başkomutanı Rüstem de öldürülünce ordu dağıldı.
Hayatının sonlarına doğru, Medine’ye yakın Akik denilen yerde hastalandı ve orada 65 (m. 675) yılında vefat etti, Medine-i Münevvere’ye götürüldü. Namazını Medine Valisi Mervan kıldırdı. Vasiyetine uyularak Bedr Harbinde giymiş olduğu elbisesi ile defnedildi.
Cennetle müjdelenen on sahâbîden (aşere-i mübeşşereden) en son vefat edendir.
Ali Ramîtenî (K.S.)
Boyu mevzun, yüzü güzeldi. Azaları arasında tam bir tenasüh vardı. Fakrı iltizam etmiş bir dokumacıydı (Nessâc). Avam-ı nas ile ülfeti severdi. Kerâmât ve makamât sahibi bir veliyy-i kâmildi.
"Azîzan" lakabıyla anılan Ali Ramîtenî, Mahmûd Fağnevî'nin ikinci halîfesi. Hâcegân yolunu Şah-ı Nakşbend hazretlerine taşıyan kolbaşı. Râmîten'de doğdu (591/1194). Râmîten, Buhara'ya iki fersah (yaklaşık onbir km.) mesafede büyükçe bir kasaba. Hoca Ali burada yetişti. Devri ulemasından okudu. Maişetini dokumacılıkla kazanırdı. Şeyh Rükneddin Alâüddevle Simnanî ve Ahmed Yesevi soyundan Seyyid Atâ ile çağdaş. Mahmûd Fağnevî'yi tanıdıktan sonra, ona teslim oldu. Nefehât ve Reşehât, ikisi arasında geçen bazı olayları, menkıbe olarak nakletmektedir.
Fağnevî vefatı sırasında emaneti Râmîtenî'ye vererek ihvanını ona ısmarladı. Ramîtenî' nin uzun bir ömür sürdüğü ve pek çok müridinin bulunduğu rivayet edilir. Vefatı 721/1321 yılıdır. Kabri Harezm'dedir.
Cami, Nefehât'ında Mevlana Celâleddin Rumî'nin bir gazelinde nessâc; yâni dokumacı diye Ali Ramîtenî'den bahsettiğini söylüyorsa da bu olay, tarihen pek mümkün görülmemektedir. Çünkü Mevlana (ö. 673/1273) Ramîtenî'den (ö.721 /1321) yaklaşık kırk yıl önce vefat etmiştir.
Kabri Harezm'de bulunan Ramîtenî'nin Harezm şahı ile de iyi münasebetler içinde olduğu rivayet edilir. Olay şöyle gerçekleşir: Ramîtenî, aldığı manevî bir işaret üzerine Harezm diyarına hicrete karar verir. Harezm şehrinin kapısına gelince şehre girip ikamet etmek üzere şahtan izin almak için iki müridinî gönderir ve onlara der ki: "Varın gidin şaha. Kapınıza fakir bir dokumacı geldi ve şehrinize girip ikamet etmek üzere sizden izin istiyor. İzniniz olursa girecek, değilse geri dönecek. İzin verirseniz, buna dair bir ferman veya vesika talep ediyor".
Dervişler, Ramîtenî'nin emrini ayniyle yerine getirdiler. Böyle bir teklife alışık olmayan şah, önce şaşırdı. Sonra da istenilen imzalı mühürlü vesikayı verdi. Dervişler şahın fermanını şeyhe getirince, o Harezm'e girdi ve şehrin kenar mahallesinde bir eve yerleşti.
Şeyh şehre yerleştikten sonra her sabah şehrin çarşısına ve ırgat pazarına gidip birkaç amele tuturak onlara: "Sizin işiniz hemen abdest alıp ikindi vaktine kadar burada bizim sohbetimizde bulunmak. Giderken de ücretlerinizi almak." diyor. Tabiî bu durum işçilerin canına minnet. Sevinerek sohbete katılıyorlar. Sohbete bir giren bir daha ayrılamıyor. Gün geçtikçe sayıları artan dervişleri, artık şeyhin evi almaz oluyor. Şöhreti bütün Harezm'de yayılıp çevresi sevenlerle dolup taşınca bazı hasedçiler, şeyhi şaha gammazlıyorlar. "Böyle giderse bu şeyh, yakında şah olacak ve saltanatınız elden gidecek" diyorlar. Harezmşâh, Ramîtenî'ye "Derhal Harezm'i terketmesini" ferman ediyor. Râmîtenî "Bizim elimizde bizzat kendilerinin imza ve mührü bulunan ve şehirde ikametimize izin veren bir belge var. Eğer şah imza ve mührünü inkâr ediyorsa, o zaman şehri terkedelim." deyince şah, imzasını reddetme küçüklüğüne düşmeden şeyhin yanına geliyor.
Şeyhte gördüğü mehabet karşısında ona kapılanıp bağlıları safına katılıyor.
İmanı bir heyecan ve duygu olayı olarak görürdü. Nitekim kendisine "İman nedir?" diye soranlara: "İman üzülüp ulaşmaktır. Masivadan üzülmek, Hakk'a ulaşmak."
Hâcegân yolunun tasavvufta "mezlaka-i akdâm" denilen çizgiyi kolaylıkla atlattığını ve tarikatın vahdet-i vücûd yerine, vahdet-i şühûd çizgisinde olduğunu şöyle anlatırdı:
"Eğer Hallac-ı Mansur, Abdülhalîk Gucdüvânî döneminde yaşasa veya onun çağında Gucdüvani'nin halifelerinden birisi bulunsa, Hallaç daracağına çekilmezdi. Terbiye edilir, bulunduğu makamdan ileriye geçirilirdi.”
O, amele güvenmeyi de asla makbul saymazdı. Derdi ki: Amele bağlanmalı ve onu güzelce yerine getirmeli. Ancak kendini de, amelini de noksan bilmeli ve yine amele sarılmalıdır.
-Rahmetullahi aleyh-
Kimsesiz Çocuklar: İmtihanımız
Makale: Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Kur’an-ı Kerim’in daha ilk surelerinde yetimin elinden tutması ve ona destekçi olması, Rasul-i Ekrem Efendimiz’e emredilmiştir. Çünkü bu dönemlerde çocuklar, mallarına yakınları tarafından el konularak mağdur ediliyorlardı. Bu bakımdan yetimler konusu, sosyal bir yaraydı, ağlayıp sızlamalarını işitecek, onlara sahip çıkacak birileri de yoktu.
İşte böyle bir ortamda Allah’ın elçisine ilk vahiyler gelmeye başlamıştı. Yetimleri koruyup kayırmadıkları ve onurlarını incittikleri için insanlara uyarılar yapılmıştı. (Fecr, 89/17; Duha,
93/6; Maun, 107/1-3.) Hz. Peygamber’e de bir yetim olduğu ve Rabbinin kendisini himaye edip koruduğu hatırlatılarak onlara kötü davranmaması emredilmişti. (Duha, 93/9.)
“Yetim” Arapçada “yalnız, tek başına kalan” kimse demekti. “Yavaş giden, geride kalan” anlamına da gelmekte idi. Artık Rahmet Elçisi, yetimlerin dışlanmasına fırsat vermeyecek; yalnızlıklarını gidererek onlara dost olacaktı. Peygamber hayat mücadelesinde geride kalan yetimlerin ellerinden tutacak, engelleri aşıp herkesle beraber Allah yolunda koşmayı onlara öğretecekti.
Duha suresinde bizzat Allah Rasulü’nün yetimlik tecrübesine işaret edilmesi oldukça hikmetli bir yaklaşımdı. Çünkü o, öksüz kalmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. Zira anne babanın şefkatinden mahrum kalmanın, çocuğun ruh dünyasında açtığı yaraların acısını bilfiil çekmişti. Dolayısıyla onların nasıl tedavi edileceğini de pekâlâ biliyordu.
Aslında ilahî irade, genelde bütün Müslümanların, yetim çocukların problemlerini dert edinmelerini istiyordu. Bu amaçla da onlara kendi çocuklarının yetim kaldıklarını farz edip konuyu ona göre düşünmelerini tavsiye ediyordu. Böylece Kur’an, yetimlerin içerisinde
bulundukları hâletiruhiye ile müminlerin empati kurmalarını, benzer bir durumla karşılaşmalarının ne derece tedirgin edici olduğunu hatırlatarak onlara şöyle diyordu:
“Arkalarında eli ermez, gücü yetmez küçük çocuklar bıraktıkları takdirde, onların hâlleri nice olur diye endişe edenler, yetimlere haksızlık etmekten de öylece korksunlar da Allah’ın cezalandırmasından sakınsınlar ve doğru söz söylesinler.” (Nisa, 4/9.)
Kur’an, kimsesiz çocuklara güzel imkânlar sağlayıp durumlarını düzeltmenin çok hayırlı bir amel olduğunu bizlere bildirir. Yetimlerin müminlerin “kardeşleri” olduğuna, dolayısıyla aynı çatı altında onlarla beraber yaşamanın önemine işaret eder. (Bakara, 2/220.)
Ayette “kardeş” kelimesinin kullanılması dikkat çekicidir. Çünkü insan, ahlaki değerleri iyice özümsemediği zaman, dışlamaya meyledebilir. Adalet ve ölçülü olmaktan sapabilir. İşte böyle bir duruma mahal vermemek için, Kur’an’ın burada özellikle “kardeş” kelimesini kullandığı söylenebilir. Bununla yetimi hafife alıcı bir algıyı veya ön yargıyı önlemeyi ve ailenin asli bir üyesi olarak onu görmeyi hedeflediği anlaşılmaktadır.
Yetimlerin, kimsesizlerin elinden tutmak, onları doyurmak Allah’ın has kullarının özelliğidir. Onlar, ahiret âleminde sonsuz nimet ve güzellikleri tadacaklardır. Çünkü onlar, dehşetli kıyamet gününün korku ve endişesini dünya hayatında iken taşırlardı. Dolayısıyla ihtiyaç duymalarına rağmen, yoksulları, yetimleri kendilerine tercih ederlerdi. Bunu yaparken de Mevla’nın hoşnutluğu dışında hiçbir beklenti içerisinde değillerdi.
İşte bu samimiyet ve teslimiyetleri dolayısıyla Allah Teâlâ onları hesap gününün dehşetinden koruyacak, yüzlerini nura, gönüllerini mutluluk ve sürura gark edecektir. Konu ayetlerde şu şekilde dile getirilmektedir: “Kendileri ihtiyaç duydukları hâlde yiyeceklerini, sırf Allah’ın rızasına ermek için fakire, yetime ve esire ikram ederler. Ve derler ki: “Biz size sırf Allah rızası için ikram ediyoruz, yoksa sizden karşılık istemediğimiz gibi bir teşekkür bile beklemiyoruz. Biz, yüzleri ekşiten asık suratlı o günde Rabbimizin gazabından korkarız.” Allah da onları o günün felaketinden korur, onların yüzlerine nur, gönüllerine sürur verir.” (İnsan, 76/8-11.)
Günümüzde çocukların, ailenin sıcak ortamından mahrum kalmaları, sadece ebeveynin vefatı şeklinde olmuyor. Zira çağdaş toplumlarda aile ve ekonomik hayatla ilgili başka sorunlar da yaşanmaktadır. Dolayısıyla anne baba hayatta olduğu hâlde, çocuklar ailenin güvenli ortamından değişik nedenlerle kopabilmektedir. Bu yönüyle modern toplumlarda kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocukların sorunları daha farklı boyutlar kazanmıştır. Ülkemizde 40 bin civarında sokak çocuğu olduğu belirtilmektedir. Bu rakamın daha yüksek olduğu şeklinde rivayetler de vardır. (Öner Ergenç, “Sokakta Çalışan ve Yaşayan Çocuklar, Gençlerde Madde Kullanımı ve Bağımlılığı,” Çocuk Sorunları ve İslam Sempozyumu, Ensar, İstanbul 2010, 65.)
Bahsedilen problemin önümüzdeki yıllarda daha da tehlikeli boyutlar kazanacağı anlaşılmaktadır. Şu ifadeler, bu acı gerçeği ortaya koymaktadır: “Ailenin zayıflatılması en çok çocuklara zarar vermektedir. Bugün dünya ölçeğinde aileden mahrum yetişen milyonlarca çocuk, maalesef insani değerleri tanımadan büyümektedirler. Onların önemli bir kesimi, sıcak bir yuvaya hasret, sokakları mekân tutmuştur; fırsatçılık ve çıkarcılık ihtirasıyla yanan bir ateş topu hâlinde büyümektedirler. Aileden kaçan çocukları, geleneklerin baskısından kurtulan özgürlük savaşçıları diye yüreklendirmeye devam ettiğimiz müddetçe, bu ateş topunun kucağımızda patlayacağında kuşku yoktur.” (Kemal Sandıkçı, “Bir Medeniyet Projesi Olarak
Aile,” Çocuk Sorunları ve İslam Sempozyumu, 35.)
Kimsesizlik, herhâlde hayatın en dramatik yönlerinden biridir. Çünkü insanın en önemli özelliği, kendi hemcinsleri ile kurduğu ülfet ve muhabbet bağlarıdır. Dolayısıyla çevresinde konuşacağı, kaynaşacağı kimseler bulamaması, yalnızlığa terk edilmesi, insan için oldukça acı veren bir durumdur. Bu tür insanlar, yaşama şevklerini ve heyecanlarını yitirir, hayatları anlamsız bir hâle gelir. Karamsarlığa kapılıp kendilerine olan güvenlerini iyice kaybederler.
Hele bu yalnızlaşmayı bir genç yaşıyorsa, bunun duygulardaki tahribatı daha da onarılmaz bir hâle gelir. Zira bu dönem, değişim ve arayış dönemi olduğu için kaygılar, korkular ve gelecek endişeleri yaşanır. Gerek yalnızlığa terk edilmenin doğurduğu psikolojik bunalımlar, gerekse çocukluk ve gençlik döneminin getirdiği problemleri birlikte düşündüğümüzde, kimsesiz ve yetimlerin ne kadar acı dolu bir süreçten geçtiklerini daha iyi anlarız.
Zamanımızda kimsesiz ve korumasız çocukların hırsızlık, kapkaç, cinayet, fuhuş, uyuşturucu gibi karanlık işlerde suça itildikleri bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla çocukları sokağın bataklığına saplanmaktan ve şer odaklarına yem olmaktan kurtarmak, önemli görevlerimizdendir. Kapılarımızı ve gönüllerimizi yetimlere ve kimsesiz çocuklara açmamız gerekir. Hatta bu hayırlı amelde acele etmek müminlere yakışan ve Allah’a yaklaştıran erdemlice bir davranış olacaktır.
Böylece kimsesiz çocuk, ailesinden kopmanın ruhunda doğurduğu kasırgaları bir ölçüde dindirecek, sağlık ve eğitim ihtiyaçlarını karşılayacak, sevgi, ilgi ve güven boşluğunu dolduracaktır.