Yeni Haber'de Ramazan 5. Gün - 27.03.2023
Yeni Haber ailesi olarak hayırlı iftarlar diliyoruz. Konya için bugün iftar saati 19.14
Mübarek Ramazan 5. Gün: Bir Ayet, Bir Hadis, Bir Dua...
"İnsanlara feraset ver, kalpler senin elindedir, kalpleri birleştir ve kalplere hidayet nasip eyle."
Ayet
Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.
(Al-i İmran Suresi, 92. Ayet)
Hadis
Bir Mümin, aç bir Mümini doyurursa, Allah da o kimseyi Cennet Meyveleriyle doyuracaktır. Yine bir Mümin, susuz kalan bir Mümine bir şeyler içirip susuzluğunu giderirse, Allah da kıyamette ona misk ile mühürlenmiş lezzetli bir içecek sunar. Yine bir Mümin, elbiseye ihtiyacı olan bir Mümini giydirirse, Allah da ona Cennetin yemyeşil elbiselerinden giydirecektir.
(Tirmizi, Kıyame 18)
Dua
Ey Mevlamız başımıza ülkemizi, Ümmeti derleyip toparlayacak hayırlı bir yönetici nasip eyle. Çağımızı Müslümanların kaybettiği değil kazandığı bir çağ olarak bizlere lütfet, bize zaferler nasip eyle.
İnsanlara feraset ver, kalpler senin elindedir, kalpleri birleştir ve kalplere hidayet nasip eyle.
Devletimize, milletimize, Ümmete lütfettiğin kutlu lider ile senin yolunda sadakatle yürümeyi bizlere nasip eyle.
Amin
Zübeyir Bin Avvam (R.A.)
586 yılında Mekke’de doğmuştur. Annesi SafiyyebintiAbdulmuttalib, Peygamber Efendimizin (A.S.V.) halası; babasıAvvam’da Hazreti Hatice (ra)’ın kardeşidir.
Hazreti Zübeyr (r.a.) küçük yaşta yetim kaldı.
On beş yaşındayken Hazreti Ebu Bekir’in (ra) daveti ile Müslüman oldu Müslüman olanların dördüncüsü veya beşincisidir.
Hazret Zübeyr(ra) boylu poslu, güçlü kuvvetli fedakâr, azimli, son derece temiz kalpli, temiz ahlaklı, muttaki, zahid, cömert, alicenap, merhametli, yumuşak kalpli, çok yüksek kıymetli mert bir zat idi.
Emanete riayetiyle meşhurdu. Sahabeler en kıymetli şeylerini Zübeyr(ra)’e emanet ederlerdi.
İslam tarihinde küffara karşı ilk kılıççeken, Hazreti Zübeyr(ra)’dir. Hazreti Ali (ra) Hz. Zübeyr (ra) kılıcı için “Öyle bir kılıç ki, vallahi sahibi daima onunla Resulullah (S.A.V.)’den tehlikeleri uzaklaştırmıştır ” buyurmuştur.
Geçimini ticaretle sağlayan Hazreti Zübeyr(ra) zengin sahabelerdendi. Bununla birlikte, son derece cömert ve eli açık, kerem sahibiydi. Birçok fakir Müslüman’ın geçimini üzerine almıştı. Onların her türlü ihtiyacını görürdü. Borç isteyenlere yardım eder, mücahitleri cihada hazırlar, teçhiz ederdi.
O kadar bol serveti ve malı olmasına rağmen son derece sade yaşar, mütevazı giyinirdi. Zaten bütün davranış ve yaşayışında Peygamberimiz(sav)’i örnek almıştı.
Resulü Ekrem (S.A.V.) onun için: “Her peygamberin bir havârisi (yardımcısı) vardır. Benim de havârim Zübeyir’dir” buyurmuştur. Resul-i Ekremin (S.A.V.) katıldığı tüm savaşlarda bulundu.
Mekke’nin fethi sırasında İslam ordusunun sancaktarlığını yaptı.
On bin kişilik bir ordunun başında Mısır’a, Mısır’ın fethi için gönderildi.
Suriye ve Mısır topraklarının İslam beldesi hâline gelmesinde Hazreti Zübeyr(ra) gibi mümtaz sahabelerin büyük payı vardır.
Hazreti Osman(ra) devrinde devlet işlerine karışmayıp sükûnet içinde yaşayan Hazreti Zübeyr(ra), Mısır’dan gelen isyancılara karşı halifenin korunması maksadıyla oğlu Abdullah’ı görevlendirdi. Halifenin şehit edilmesinden sonra Hazreti Ali’(ra)ye biat etti.
Hazreti Ali(ra)’nin halife olmasından sonra, Hazreti Talha(ra) ile birlikte müracaat ederek, Hazreti Osman(ra)’ın katillerinin cezalandırılmasını istedi. Daha sonra meydana gelen CemelVakası’nda Hazreti Âişe tarafında yer aldılar.
Hazreti Ali(ra) niçin kendisine karşıçıktığını sordu ve Peygamberimiz(sav)’in bir Hadisini hatırlattı: “Hatırlar mısın, bir gün Resûl-i Ekrem’le (S.A.V.) birlikte gidiyorduk. Sana rastladık. Resûl-i Ekrem sana, ‘Sen bir gün Ali’yle haksız yere savaşacaksın.’ demişti.”
Bu ikazı duyan Hazreti Zübeyr(ra) hakperestlik gösterdi. Ve şöyle dedi:
“Evet, hatırladım. Bunu daha önce hatırlamış olsaydım, yerimden kımıldamazdım. Yemin ederim ki, ben seninle savaşmam!” diyerek oradan ayrıldı. Daha sonra Hazreti Âişe’nin yanına gitti, savaştan vazgeçtiğini söyledi.
Hazreti Zübeyr(ra) oradan ayrılırken peşine “Amr bin Cürmüz” adında bir adam düştü. Yanına yaklaştı. Bir iki soru sormak istedi. Adam silahlıydı. Hazreti Zübeyr(ra) bir ara namaza durdu. Bunu fırsat bilen Amr bin Cürmüz, Hazreti Zübeyr(ra) tam secdeye varınca kılıcınıçıkardı. Büyük sahabeyi 658 yılında şehit etti. Hazreti Ali(ra) “Safiyyenin oğlunu öldürene cehennemi müjdeleyin“demiştir.
Cenaze namazını bizzat Hz. Ali (ra) kıldırmıştır.
Allah Ondan Razı Olsun…
AbdulhâlıkGucdüvânî (K.S.)
Abdülhalık, Özbekistan’da Buhara yakınında Gucdevan isminde bir küçük kasabada 1103 tarihinde doğmuştur. Babası Malatya'dan Orta Asya'ya taşınmış, tanınmış bir fakihtir. Buhara'da tefsir eğitimi alırken Nakşibendî tarikatının silsilesinde yer alan Yusuf Hemedani ile tanıştı. Hemedani'den Nakşibendî tarikatınıöğrendi ve daha sonra Nakşibendî tarikatını sistemleştirerek, genişletti.
Boyu uzun, başı büyükçe, teni beyaz, yüzü güzel, kaşları gür ve çatıktı. Göğsü enli, omuzları genişti. İri vücutlu ve mehabetliydi. Basiretli ve gönlü maneviyatça açıktı. Hızır'la yoldaş ve arkadaştı. Hacegan yolunun ilkiydi.
Kendi dönemine kadar "Bistamiyye" ya da "Tayfûriyye" adıyla anılan "Nakşbendiyye" Gucdûvanî'den Muhammed Bahaeddin Nakşbend'e kadar "Tarik-ıhacegan" adıyla anılmıştır.
Emaneti Yusuf Hemedanî'den alan HaceAbdulhalıkGucdûvanî aynı Pir'den feyz alan AhmedYesevî'den farklı olarak hafî zikri esas almış ve tarikatın onbir prensibini vaz etmiştir.
Gucdûvanî'nin hayatı hakkında bilinenler, kendisinden bir kaç asır sonra yazılan Nefehatü'l-Üns ve Reşahataynu'l-hayat gibi tabakat ve bazı adab kitaplarında verilen pek sınırlı bilgilerden ibarettir.
Rivayete göre AbdulhalıkGucdûvanî, İmam Malik neslinden. Büyük Selçuklular döneminde Anadolu'nun Malatya'sından kalkıp Buhara'ya altı fersah (yaklaşık 35 km.) mesafedeki Gucdüvan köyü ne yerleşen bir ailenin çocuğu. HaceAbdulhalık bu köyde doğdu. Bu yüzden Gucdûvanî diye meşhur. Babasıİmam Abdülcemil, zahir ve batın ilimlerinde derinliği olan ve menkıbelere göre Hızır'la sohbetlerde bulunan bir zat. Hatta oğlunun doğumunu müjdeleyen ve ona "Abdulhalık" adının verilmesini isteyen de Hızır (a.s)'dır. Annesinin de asil bir aileden ve bey kızı olduğu kaydedilmektedir.
AbdülhalıkGucdûvanî 595/1199 yıllında vefat etti.
Gucdûvanî hazretlerinin oğlu Evliyayı Kebir için yazdığı bir vasiyeti vardır ki, Nakşî ananesinde hikmet ve marifet açısından çok önemli bir yer tutar.
Onun oğlunun şahsında bütün ilim ve irfan ehline yaptığı vasiyeti şöyledir:
"Oğlum, sana vasiyetim şudur ki; Bütün hallerinde ilim, edeb ve takva üzre olasın. Selefin eserlerini oku, izlerinden yürü. Ehli sünnet ve'1-cemaat çizgisinden ayrılma! Fıkıh ve hadis öğren, cahil sofilerden uzak dur. Namazını cemaatle kılmaya itina et. Fakat imam, ya da müezzin olma. Şöhretten uzak dur; çünküşöhret afettir. Herhangi bir makama göz dikme! Mahkeme ilamlarına adını yazdırma, kimseyle mahkemelik olma! Kimseye kefil olma. Halkın vasiyetlerine de karışma. Padişah ve devlet adamlarıyla düşüp kalkma! Dergah kurma ve dergahta oturma! Parlak oğlanlarla, namahrem kadınlarla, lafını bilmeyen avam insanlarla ülfet etme! Güzel seslere fazla kapılma; zira onun çoğu kalbi öldürür. Güzel sesleri ve hoş nağmeleri büsbütün red ve inkar etme, zira onlara bağlı olanlar çoktur. Az ye, az konuş, az uyu ve kalabalıktan arslandan kaçar gibi kaç! Daima kendi yalnızlığınla Hakk ile beraber ol! Helal lokmayı ara ve şüphelilerden kaç. Nefsin hakkında iktidar sahibi oluncaya kadar evlenme ki, dünya seni yutmasın, seni kendisine meylettirmesin. Çok gülmekten; özellikle de kahkahayla gülmekten sakın; sonra gönlünü öldürürsün. Herkese şefkat nazariyle bak ve hiç kimseyi hor görme! Dışını süslemeye çok önem verme ki, dışmamurluğu içharaplığından gelir. Halkla çekişme, hiç kimseden bir şey isteme ve kimseye hizmet teklif etme! Şeyhlere malın, canın ve gücünle hizmet et. Onların işlerini red ve inkara kalkışma! Çünkü bu hal, felah bulmayan bir hüsrana yol açar. Dünyaya ve dünyacılara meyletme. Daima elbisen sade, yoldaşın derviş, mayan ilim, evin mescid, dostun Allah Teala hazretleri olsun."
Kimsesizlerin kimsesi olmak
Makale: Prof. Dr. İ. HakkıÜnal
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Ebu Hureyre (r.a.)’den nakledilen bir hadiste Allah Rasulü (s.a.s.)’nün şöyle buyurduğu bildirilmiştir: "Allah azze ve celle kıyamet gününde (bir kimseye) şöyle seslenecek: 'Ey Âdemoğlu! Hastalandım, beni ziyaret etmedin.' (O şahıs), 'Ey Rabbim! Sen âlemlerin Rabbisin, ben seni nasıl ziyaret edebilirim?' deyince Allah, 'Falan kulum hastalandı, onu ziyaret etmedin, eğer ziyaret etseydin beni onun yanında bulacağını bilmiyor muydun?' diyecek. Allah, 'Ey Âdemoğlu! Yiyecek istedim bana yedirmedin' diyecek.
(O şahıs), 'Ey Rabbim, Sen âlemlerin Rabbisin, ben Sana nasıl yedirebilirim?’ deyince Cenabı Hak, 'Falanca kulum yiyecek istediğinde ona yedirmedin, şayet yedirseydin bunu(n karşılığını) benim yanımda bulacağını bilmiyor muydun?’ diyecek. Allah, 'Ey Âdemoğlu! Senden su istedim bana su vermedin' diyecek. (O şahıs), 'Ey Rabbim, Sen âlemlerin Rabbisin, ben Sana nasıl su verebilirim?' deyince, Allah, 'Falan kulum senden su istediği hâlde ona su vermedin, eğer verseydin bunun karşılığını benim yanımda bulurdun' buyuracak." (Müslim, Birr, 13.)
Hadis, Yüce Allah'ın, kullarına yapılan iyiliği, âdeta kendisine yapılmışçasına önemsediği ve bu düzeyde değerlendirdiğinin çarpıcı bir ifadesidir. Böyle bir anlatıma Kur'an-ı Kerim'de, ihtiyaç sahiplerine; başa kakmadan, faiz almadan, ödeme konusunda sıkıştırmadan verilen, hatta ödeyemeyecek duruma düşenlere sadaka niyetiyle bağışlanan borç anlamındaki "karz-ıhasen" (güzel borç)le ilgili ayetlerde de rastlıyoruz. Örneğin, "Eğer siz Allah'a güzel bir borç verirseniz, Allah onu size kat kat öder ve sizi bağışlar. Allah, şükrün karşılığını verendir, halimdir." (Teğâbun, 64/17.) ayetinde "Allah'a borç verme" ifadesi nasıl mecazen kullanılmışsa, hadiste yer alan, Allah'ı ziyaret etmek, ona yiyecek ve su vermek ifadeleri de mecazen kullanılmış ve bu kullanım, sözün muhatap üzerindeki etkisini kat kat artırmıştır.
Yaratılanı Yaratandan ötürü hoş gören bir dinin müntesipleri olan Müslümanlar ancak, Yaratıcının kendileri için hoş gördüğüşeyleri yapmakla "iyi insan" olabileceklerinin bilincindedirler. "İyilik" ve "kötülük", insan için anlamlı olan ve etkilerini bu varlık âleminde gösteren iki kavramdır. Kur'an'ın ifadesiyle, "iyilik yapan kendi lehine, kötülük yapan kendi aleyhine" (Fussılet, 41/46.) davranmış olur.
Yaptığı iyilikle Allah'a fayda sağlayabilecek, kötülükle de zarar verebilecek kimse yoktur. Onun için, "iyi söz ve güzel iş O'nun katına yükselecek" (Fâtır, 35/10.) ama faydasını başta insanlar olmak üzere bütün yaratılanlar görecektir. Kestiğimiz kurbanların eti ve kanı Allah'a ulaşmayacak, ama muhtaç insanları doyurmakla kazandığımız takva Allah katına yükselecektir. (Hac, 22/37.) Hastayı ziyaret etmek, aç ve susuzun ihtiyacını gidermekle o insanlar fayda görecek ama bundan en çok Yüce Allah memnun ve hoşnut kalacaktır. Onun bu hoşnutluğu ise iyilik sahibinin en büyük kazancı olacaktır.
Yardımlaşma, yoksula, muhtaca destek olma konusundaki ayetlerin ve ilgili nebevi tavsiyelerin çokluğu dikkate alınırsa İslam'ın bir yardımlaşma ve dayanışma dinî olduğunu söylemek mümkündür.
Toplum hâlinde yaşayan, farklı kabiliyet ve becerilere sahip, sağlık açısından, maddi-manevi imkânlar bakımından eşit olmayan insanları asgari hayat standardında birleştirmek ancak toplumsal dayanışmayla mümkündür. Günümüzde, büyük ölçüde devletlerin üstlendiği bu görev İslam'ın geldiği dönemde daha çok toplumsal bir sorumluluk kabul edildiği için Müslüman bireyler bu konuda teşvik edilmiş, hatta bu tür görevler dinî bir vecibe olarak kabul edilmiştir.
Örneğin, Mekke döneminde, zenginin malında fakirin hakkı olduğunu bildiren sadaka vermeyi ve infak etmeyi teşvik eden ayetlerden sonra, artık Müslümanların bir şehir devletine kavuştuğu Medine döneminde, zekâtın, ödenmesi gereken ve devlet eliyle toplanan bir vergiye dönüştüğü görülmektedir.
Sevgili Peygamberimiz de İslam'ın beş temel üzerine bina edildiğini ifade etikleri hadislerinde zekâtı bu temellerden biri saymış ve Müslümanlar, İslam'ın beşşartı olarak bilinen bu vecibelerden biri olan zekâta ayrı bir önem vermişlerdir.
Hz. Peygamber'in vefatından sonra, diğer dinî görevleri kabul ettikleri hâlde zekât vermek istemeyen Arap kabileleri üzerine ordu göndermeye niyetlenen Hz. Ebu Bekir'in sert tutumu, toplumsal yardımlaşmayla ilgili kaçınılmaz görevlerin tamamen kişilerin arzusuna bırakılamayacak kadar önemli olduğunu göstermektedir. Nitekim günümüzün modern devletleri de vergiyi, “özel bir karşılığı olmayan hukuki zorunlu ödeme” olarak kabul etmekte, bundan kaçınanlara cezai yaptırımlar uygulamaktadır. Her işinde Allah'ın hoşnutluğunu esas alan Müslüman, resmî bir talimat ve yaptırım olup olmadığına bakmaksızın "gerçek iyiliğe” ulaşmanın gereği olarak, sevdiği şeylerden infak etmeyi, isteyeni geri çevirmemeyi, aç olan komşusunu doyurmayı, dinî, ahlaki ve vicdani bir görev kabul etmiştir. Onun için, hâli vakti yerinde olan Müslümanlar devlete ödediği vergisinin yanı sıra, Cenab-ı Hakk’ın kendisine lütfettiği nimetlerin bir şükrü olarak, zekât ve sadakasını da vermeye devam etmekte, sadece ülkemizde değil, dünyanın her köşesindeki ıstırap çeken insanların acısını hafifletmek için elinden gayreti göstermektedirler. Kendisi için istediğini diğer kardeşleri için de istemeyi şiar hâline getiren bu fedakâr insanlar, geçmişte ecdadımızın vakıf yoluyla yaptıklarını bugün yardım dernekleriyle gerçekleştirmekte, aç, susuz, hasta ve çaresiz insanların dermanı olmaktadırlar. Hadiste
İfade edildiği gibi Allah, onlara yapılan hizmeti kendisine yapılmış kabul edecek ve bu hizmetin sahiplerine, hiçşüphesiz, kendi şanına yakışır bir karşılık verecektir. Ebedîâlemde kimsesiz kalmamak için bu dünyada kimsesizlerin kimsesi olmak en kestirme yoldur. Şairin dediği gibi, kimsesi Allah olanın başka kimseye ihtiyacı olmayacaktır.
“Herkesin var bir kesi, ben bîkesin yok kimsesi
Ben bîkesin sen ol kesi, ey kimsesizler kimsesi”
Yardımlaşma, yoksula, muhtaca destek olma konusundaki ayetlerin ve ilgili nebevi tavsiyelerin çokluğu dikkate alınırsa İslam'ın bir yardımlaşma ve dayanışma dinî olduğunu söylemek mümkündür. Toplum hâlinde yaşayan, farklı kabiliyet ve becerilere sahip, sağlık açısından, maddi-manevi imkânlar bakımından eşit olmayan insanları asgari hayat standardında birleştirmek ancak toplumsal dayanışmayla mümkündür.