Yeni Haber'de Ramazan 13. Gün - 04.04.2023
Yeni Haber ailesi olarak hayırlı iftarlar diliyoruz. Konya için bugün iftar saati 19.22
Mübarek Ramazan'ın 13. Günü
"Hiç şüphe yok ki doğruluk iyiliğe götürür. İyilik de cennete götürür. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğru sözlü) diye yazılır. Yalancılık kötüye götürür. Kötülük de cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye Allah katında kezzâb (çok yalancı) diye yazılır."
Ayet:
Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla;
Bir de Yahudiler, "Allah'ın eli bağlıdır" dediler. Söylediklerinden ötürü kendi elleri bağlansın ve lanete uğrasınlar! Hayır, onun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun, sana Rabbinden indirilen (Kur'an) onlardan birçoğunun azgınlık ve küfrünü artıracaktır. Biz onların arasına kıyamete kadar düşmanlık ve kin saldık. Her ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışırlar. Allah bozguncuları sevmez.
Allah (C.C.) ne güzel söyledi.
(Maid e Suresi, 64. Ayet)
Hadis:
Allah’ın Resulü Hz Muhammet (S.A.V.) şöyle buyurdu;
Hiç şüphe yok ki doğruluk iyiliğe götürür. İyilik de cennete götürür. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğru sözlü) diye yazılır. Yalancılık kötüye götürür. Kötülük de cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye Allah katında kezzâb (çok yalancı) diye yazılır.
Allah’ın Resulü Hz. Muhammet (S.A.V.) ne güzel söyledi.
Buhârî, Edeb, 69; Müslim, Birr, 103, 104.
Dua:
Ey Alemlerin Rabbi Olan Yüce Allah’ım, Hz. Muhammet Mustafa Senin hak ve son peygamberindir ve bugün onun ümmetini yalvarıyoruz zalimlerin insafına bırakma.
Allah’ım yalvarıyoruz, Resulü Kibriyan yüzü suyu hürmetine zalimlerin zulmünü yok et.
Müslümanlara akıl, fikir, feraset, birlik, dirlik ver.
Müslüman kardeşlerimizi, kutsal ilan ettiğin şu mübarak Ramazan Ayı yüzü suyu hürmetine koru, kardeşlerimize zalimin zulmünü bitirecek güç kuvvet ver.
Amin
Abbas bin Mirdas bin Ebi Amir (K.S.)
Abbas ibn Mirdas, şair kimliği ve kahramanlığı ile tanınıp meşhur olmuş sahabedendir. Müslüman olmasına putu sebep olmuştur.
Künyesi, Ebü'l-Heysem Abbas bin Mirdas bin Ebi Amir es-Sülemi şeklindedir.
Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Yeterli bilginin olmayışının belki de önemli sebeplerinden bir tanesi, savaş ve seferler dışında Medine'de kalmaması ve kabilesinin yanına gitmesidir. Dolayısıyla kaynak eserlerde kendisi ile bilgiler fazla yer almamıştır.
Doğum tarihi hakkında kesin bilgi olmadığı gibi, vefatı hakkında da fazla bilgi yoktur. Ne zaman ve nerede doğduğu bilinmemektedir.
Abbas, şair kişiliği, cesur ve güçlü olmasıyla tanınmaktaydı. Cahiliye devrinde kendisine içkiyi yasaklayıp içmeyenlerden birisiydi. Abbas'ın babası Mirdas, Dımar adı verilen puta tapmakta ve ailesinden de bunu istemekteydi. Vefatından önce, hasta yatağında, oğlu Abbas'ı yanına çağırarak, "Yavrucuğum! Dımar'a tap! Çünkü, o, sana yarar da verir, zarar da!" dilek ve vasiyetinde bulundu.
Abbas, kabilesinden topladığı dokuz yüz kişilik bir kuvvetle Mekke'nin fethine katıldı. Daha sonra gerçekleşen Huneyn Savaşı'na da katılarak kabilesinin kuvvetlerinin başında bulundu.
Huneyn Savaşı sonrasında elde edilen ganimetleri Müslümanlara dağıtan Peygamber Efendimiz, bazılarına fazla hisse vermekteydi. Fazla pay verilenler, kendilerine "Müellefe-i Kulûb" denilen, yani kalpleri İslâm dinine ısındırılacak olanlardı. Çünkü, bunlar henüz yeni iman etmiş ve İslamiyet'i tam olarak öğrenmemişlerdi. Abbas bin Mirdas, bazı kimselere fazla ganimet malı verildiğini öğrenince rahatsızlığını şiir yazarak dile getirdi. Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz kendisine daha fazla ganimet malı verilmesini emretti. Böylece kendisi de Müellefe-i Kulûb denilen kimseler arasına dahil edildi.
Peygamber Efendimiz (asm), Abbas'ın söz konusu şiirini duyduktan sonra, Bilal'i Habeş'e götürüp dilini kesmesini buyurdu. Abbas ise sahiden dilinin kesileceğini sanarak bağırmaya ve orada bulunanlara dilinin kesileceğini söyleyerek haykırmaya başladı. Abbas'ın fazla bağırdığını gören Bilal-i Habeş, Peygamber Efendimizin, kendisine, bir takım elbise vermesini ve bununla dilini kesmemi, söyledi. Yani, aslında dili kesilmeyecek, sadece söz konusu şiir gibi şiir söylememesi sağlanacaktı. Nitekim alıp götürüldükten sonra önce kendisine bir takım elbise verildi ve akabinde razı oluncaya kadar deve verildi. Böylece dili kesilmiş oldu.
Abbas bin Mirdas'ın bir ara sefer ve savaşa katılmasına Peygamber Efendimiz tarafından izin verilmedi. Çünkü, annesinin yanında kalmasını ve izni olmadan ayrılmamasını emretmiş, "Çünkü, cennet ananın ayağının altındadır" diye buyurmuştu. Başka bir seferinde, bir kimse tehlikeli bir sefere çıkacağı zaman anne-babasının iznini almadan çıkmamasını tembihlemiş, buna karşılık tehlikeli olmayacak bir sefere ve ilim tahsili için çıkılacak yolculuklarda izin alınmayabileceğini buyurmuştur.
Şair kimliğiyle tanınan Abbas, başta Huneyn Savaşı olmak üzere, katıldığı savaş ve seferlerde müminlerin kahramanlık duygularını coşturan şiirler okudu. Onun okumuş olduğu ve kendisine atfedilen şiirlerinden bazıları günümüze kadar ulaştı. Şiirlerinin toplandığı Divan'ı, Abdullah Tusî, İbnü's-Sikkit ve Ali bin Abdullah tarafından tertip edildi. Bu tertip ve düzenleme sayesinde günümüze kadar ulaştı. Şiirlerinin yetmiş tanesinin yer aldığı eser, Yahya Cübûri tarafından, Divanü'l-Abbas bin Mirdas es-Sülemi başlığı altında neşredildi.
Abbas bin Mirdas, savaş ve seferlere katıldıktan sonra Mekke veya Medine'de kalmayarak kabilesinin yanına giderdi. Peygamber Efendimizin yanında fazla bulunmamış olmasından ötürü rivayet ettiği hadis çok sınırlı olmuş ve sadece dört hadis rivayet edebilmiştir. Hazreti Ebu Bekir'in (ra) kısa süren halifeliği sırasında pek bir faaliyetin içinde bulunmadığı tahmin edilmektedir. Hazreti Ömer'in (ra) halifeliği sırasında ise bulunduğu yerden ayrılarak Basra'ya gitti ve buraya yerleşti. Bir süre burada yaşamını devam ettirdi ve Hazreti Osman'ın halifeliği zamanında vefat etti. Doğum tarihi gibi vefat tarihi de kesin olarak bilinmemektedir.
Ya'kub Çerhî (K.S.)
Maveraün-nehir'de Kandehar ile Gaznin arasında, Gaznin'e bağlı Cerh köyünden. Bu yüzden Çerhî diye ünlü. Bu köyde doğdu. İlk tahsilini memleketinde yaptı. İlim için Herat ve Mısır'a gitti. Mısır'da Şihabuddin Seyrânî'den okudu. Aynı yıllarda Mısır'da ilim tahsili için bulunan Sühreverdiyye'nin Zeyniyye kolu kurucusu Zeyneddin Hafî ile arkadaşlık etti. Bedahşan ve Buhara gibi şehirleri de dolaşan Çerhi'nin tasavvuf yoluna ilk intisabı Şah-ı Nakşbend hazretleri eliyledir. Ancak seyr u sülûkünü tamamlaması Alâeddin Attâr vasıtasıyla olmuştur. Zahir ve batın ilimlerinde derinlik kazanmış bulunan Yakub Çerhi, pek çok halife yetiştirdi ve pek çok kimsenin Hak yola girmesine vesile oldu. Şeyhinin vefatından sonra yerleştiği Hisar köylerinden Hülfütû'da 851/1447 yılında vefat etti. Kabri oradadır. Yaşadığı yıllar Timurleng dönemine rastlamaktadır.
Ortaboylu, beyaz tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı seyrek ve beyazdı. Alnında bir "ben" vardı..
Yakub Çerhi, Herat ve Mısır medreselerinde dini ilimler sahasında fetva verecek seviyeye geldikten sonra memleketine döndü. Çocukluk yıllarından beri tanıyıp saygı duyduğu Şah-ı Nakşbend hazretlerinin sohbetine katılmayı arzu etti. Ziyaretine varıp:
"Beni gönlünüzden çıkarmayın, dualarınızdan eksik etmeyin. Gönlüm sizin iştiyak ve cezbenizle dolu." şeklinde tazarruda bulundu. Bunun üzerine Şah-ı Nakşbend, dini ilimlerde belli bir seviye kazanmış bulunan bu genç alimin bu yoldaki samimiyetini anlamak için sordu:
- Bize karşı olan bu iştiyak ve cezbenizin sebebi nedir? Yakub Çerhi dedi ki:
- Siz halkın makbulü ve herkesin hürmetine mazhar bir ulu kişisiniz.
Bu cevabı yeterli bulmayan Bahaeddin Nakşbend:
- Bu yeterli bir sebep değil. Çünkü şeytani sıfatlara sahip kimseler de halkın makbûlü olabilir. Başka sebep yok mu? diye sorunca Yakub Çerhi şu cevabı verdi:
- Bir hadis-i şerifte Allah Rasûlü buyuruyor: "Allah Teala bir kulunu sevdi mi, onun sevgisini diğer kulların kalbine ilka eder."
Bu söylenenler üzerine Şah-i Nakşbend tebessüm etti ve:
- Biz Azizân cemaatiyiz, dedi. Yakub Çerhi, "Azizân" tabirini duyar duymaz yerinde duramaz olmuştu, kendisini bir cezbe hali ve gaybet kaplamıştı. Çünkü bir ay kadar önce kendisine rüyasında: "Git Azizân'a mürid ol" denilmişti. Ancak o, daha önce gördüğü bu rüyayı unutmuştu. Bu kelimeyi duyar duymaz derhal o rüyayı hatırladı ve irkildi. Tabii bağlılığı da bir kat daha artmış olarak. Ayrılırken Şah-ı Nakşbend ona takkesini armağan etti ve; "Eline aldıkça ve gördükçe bizi hatırlarsın. Hatırlayınca da bizi yanında bulursun" dedi. Arkasından da Belh şehrine bağlı Deştkülek'te Allah dostlarından Mevlana Taceddin'e gidip bir süre hizmet etmesini öğütledi. Çünkü himmetin yolu hizmetten geçerdi.
Yakub Çerhi ile Zeyneddin Hâfi, aynı yıllarda Mısır'da beraber bulunmuşlar ve aynı hocalardan okumuşlardır.
Kuvvetli sevgi sebebiyle sâlikin, gıyabında bile şeyhinin huzurunda imiş gibi edeble davranması demek olan rabıta, Nakşbendilik'te özel bir anlam ve önem taşır. "Sadıklarla beraber olmak" (et-Tevbe, 9/119) emrine imtisal demek olan rabıta, aslında "şahsiyet transferi ve identifikasyon" gibi kavramlarla da açıklanabilir. Nitekim Yakub Çerhî kendisine intisab etmek isteyen bir müridine bu sırrı açıklamak için kendi ellerini göstererek:
"Nakşbend hazretleri bu elleri tutup: "Senin elin benim elimdir. Her kim senin elini tutarsa benim elimi tutmuş olur" buyurdular. Öyleyse tut elimi, bu el Bahaeddin Nakşbend'in elidir." demişti. Râbıta ve silsile yoluyla bu el, Hz. Peygamber (s.a.)'e ve Hz. Allah'a uzanır. Nitekim Allah Teâlâ Kur'anı Kerim'inde Rasûlü'ne bey'at eden kimseleri kendisine bey'at etmiş sayarak Rasûlü'nün elini de kendisine izafe etmiştir."
Çerhi'nin emaneti teslim edeceği müridi ve halifesi Ubeydullah Ahrar'ı işaret ederek söylediği şu söz çok anlamlıdır: "Talib, mürşidine Ubeydullah gibi gelmeli. Meş'alesi hazır, yağı ve fitili tamam, iş bir kibrit çakıp ateşi tutuşturmakta..."
-Rahmetullahi aleyh-
Bir Cennet Tasavvuru: Osmanlı Şehri
Yazar: Sümeyye EROĞLU
Zamanımızı geçirdiğimiz mekânlar aynı zamanda içinde bulunduğumuz medeniyetin de yansımaları olmuşlardır. Her toplum ev yapmaktadır ama yapılan binalara biçim veren insanların tercihleri kültürleri ve inanışlarıdır. Kâinatı Allah tarafından insanlara emanet edilmiş olarak gören ve onu korumayı ve güzelleştirmeyi görev bilen Osmanlı medeniyeti mimarî alanda çok önemli değerler ve eserler bırakmış bizlere.
Bu bağlamda Turgut Cansever’in ‘Osmanlı Şehri’ kitabı Osmanlı medeniyetinin şehircilik anlayışını kavramamıza ve ufkumuzu genişletmeye yardımcı oluyor, bizleri Osmanlı şehrinin sokaklarında gezdiriyor adeta. Osmanlı şehrinin daha kuruluş aşaması, neyin tayin edici, üst iradenin neyi belirlediğini gösteriyor.
Mesela Fransa’da şehir planlamacısı şehir planını çiziyor, yolların nereden geçeceğini cetvelle gösteriyor ve inşaata başlanıyor. Osmanlıda ise bundan çok farklı bir süreç işliyor. Şehir bölgeyi tanımayan, topografyasını anlamayan plancılar tarafından masa üzerinde çizilmiyor.
Bir şehri kurmak için gelen işçiler ilk önce şehrin hamamını inşa ediyorlar; şehri kuracak insanların temiz pak olabilmesi, çalışanların temizliğini sağlamak için. Ardından medrese inşa ediliyor, bilgi ortamının kurulması için. Sonra cami, daha sonra etrafındaki evler ve mahalle inşa ediliyor yavaş yavaş. (s.103)
Osmanlı dünyasında şehri şehir yapan yalnız evler değil; şehrin konumu, yapıları birbirine bağlayan ulaşım, altyapı, donanım ve bunlar tevzi eden, işleten kuruluşların bütünü şehri oluşturuyor. Mesela şehri konumlandırırken, dağların biçimini ben değiştiremem diyor.
Dolayısıyla şehri ovada tarım toprağını ziyan ederek kullanmak yerine yamaçlara yerleştirmeyi tercih ediyor, ayrıca yamaçların serin rüzgarlar aldığını da bilerek, insanının uzak ufuklara bakmasını istiyor ve aynı zamanda insanının ufkunun kısa, dar değil, uzak olduğundan haberdar olarak; onlara ev yaptığında yalnızca karşıdaki apartmanın cephesini seyretmek yerine, karşı dağları seyretmek, yüce bir ağacın nasıl bir ilahi hikmet ürünü olduğunu görme imkânı da sağlamak istiyor (s.95)
Osmanlı şehri asla Avrupa şehirleri gibi tek sıra halinde birbirinin aynısı binalardan oluşmuyor. Osmanlı şehri sürprizlerle dolu. Binalara birçok açıdan bakabiliyorsunuz. Dümdüz cetvelle çizilmek yerine akarsu gibi evlerin arasında kıvrılan sokaklar buna imkân tanıyor. İnsanı pasifleştiren bir sanat yerine bilinçli bir katılımcıya dönüştüren bir mimari hakim Osmanlı şehirlerinde.
Böyle olunca şehir ‘ahlakın sanatın felsefe ve dini düşüncenin geliştiği çevre olarak insanın bu dünyadaki vazifesini en üst düzeyde varlığının anlamını tamamladığı bir ortam’a dönüşüyor. Aynı zamanda diğer milletler tarafından imrenilen estetik bir güzelliğe sahip oluyor.
Örneğin 19. yüzyıl Fransa’sının önemli edebiyatçılarından Alphonse de Lamartine Türkiyede geçirdiği 10 küsür sene hakkında yazdığı kitapta “Bu memleketin iki özelliği var ki bunları hiçbir Batılının tasavvur etmesine imkân yoktur.
Birisi bu memleketin temizliği ki hiçbir Batılı böyle bir temizliği tasavvur dahi edemez.İkincisi de memleketin güzelliği.” diyor. Nasıl demesin. Osmanlı şehrinde insanlar evlerinin dış boyasını değiştirirken bile komşusuna danışıyor. Ortak bir karar alıyor. Şehrin uyumunu bozmamaya özen gösteriyor.
Osmanlı şehrine en güzel örneklerden biri Balkanlarda, Bosna Hersek’te yer alıyor. Mostar’ın güneyinde ve Neretva nehri üzerinde bulunan Poçitelj köyü mimarisi sebebiyle çevrede ‘ Türk Köyü’ olarak biliniyor. Cami, medrese, imaret ve saat kulesinin yanı sıra incir ağaçlarıyla gölgelenen ufak bahçeli, kubbeli ve üçgen köşeli çatılı, cumbalı taş evler kasabanın genel görüntüsünü oluşturuyor ve yüzyıllar önce inşa edilen bu yapılar hâlâ ayakta durarak bize Osmanlı mimarisinin estetik yönünün yanı sıra sağlamlık açısından da ne kadar gelişmiş olduğunu gösteriyor.
Evliya Çelebi de 1664 yılında geçtiği Poçitelj’i şöyle anlatıyor:
“(1563 yılında inşa edilen camii hakkında): “Bahçesinde upuzun bir selvi ağacı bulunmakta. Efendimiz İbrahim Ağa’nın bir atası tarafından bu parlayan cami dikilmiş. Suyun yanında, kent duvarları boyunca onun şerefli erkek kardeşi yoksul vatandaşlara gündüz ve gece bedava ekmek ve çorba dağıttığı imaret inşa etmiş.
Perşembe akşamları, o baharatlı et ve lezzetli ve tatlı pirinç yemekleri dağıtır. Allah istedikçe imaret böylece kalacak...
Kasabada mekteb (ilkokul) bulunmakta. Daha sonra efendimiz İbrahim medrese inşa etmiş ve hamam ve hanlar yapmaları için zanaatkârlar göndermiş. Evler birbirlerinin üstüne ve batıya doğru nehre bakacak şekilde inşa edilmiş. Çok fazla ceviz ağacı bulunmakta. Hava koşulları ılıman olduğundan, diğer kasabalara göre daha iyi meyveler yetişmekte.”
Balkanlarda Osmanlı şehri özellikleri korunmaya çalışılırken maalesef Tanzimat sonrasında ülkemizde şehircilik adına katliamlar yapılıyor diyebiliriz. Bugün mimarlar iki bina yan yana gelince birbirleriyle ilişkisinin ne olacağını düşünmüyor. Eskiden evler birbirinin manzarasını kapatmamak için özenle inşa edilirken şimdi gökdelenler yüzünden gökyüzünü dahi göremiyoruz neredeyse.
Alışveriş merkezlerinde öyle steril ortamlarda yaşıyoruz ki rüzgârın esintisini bile hissedemiyoruz. Doğa ile irtibat kuramıyoruz. Evin penceresinden uzak ufukları seyretmek, bir ağacın İlahî iradeyle her mevsim nasıl değiştiğine şahit olmak artık mümkün olmuyor.
Tamamen doğadan kopmuş ‘yaşam alanı’ dediğimiz mekânlarda geçiyor günlerimiz. Belki de bir gün Wall-e filmindeki gibi her şeyi içinde barındıran ama kapalı ve klostrofobik mekânlarda yaşayacağız. Yeni yapılan mimari eserlerle artık şehirlere kimlik veremiyoruz.
Çünkü Osmanlı şehirleri gibi bütüncül bir üslup yakalayamıyoruz. Kâinat içinde dünyayı güzelleştirme görevi yerine, ‘insanları etkileyerek ve daha fenası insanların hislerini istismar ederek bu bayağılığın sanat olduğu zannını halka kabul ettiren, bunu yaparak kazanç ve itibar sağlamayı gizlice hesaplayan’ insanlar yapıyor binalarımızı.
‘İnsanın en büyük erdemi şehir kurmak erdemidir’ diyor Eflatun. Doğu kültürü ise sanatı sadece seyredilen değil ‘yaşanan’ olarak tanımlıyor. Osmanlı şehirleri de işte insanın bu en güzel erdemiyle yaşanabilir mekânlar inşa etmesinin en güzel örnekleri oluyor.
Günümüzde de eğer Osmanlı evi baz alınıp 17. yy Osmanlı şehirleri kurulabilirse yaşamımız cennet bahçelerine benzer bir hale çevrilebilir.