Vakit Geçmeden Güneş Batmadan

İnsan idrâki, hayatın med-cezirleri, yani yokuş ve inişleri içinde, “yaşama sevinci” ile “ölümde ürperiş” gibi iki müthiş zıdlığın arasında bir ömür boyu çalkalanır durur.

Vakit Geçmeden Güneş Batmadan

Dâimî bir akış içinde olan hayat ile ölümün hakîkî mânâları idrâk edilmeden, yaratılışın sır ve hikmeti ile insanın gerçek mâhiyeti de lâyıkıyla kavranamaz. Kâinâtın küçük bir kopyası olan vücûdumuzda her ân kaç bin hücre doğuyor ve ölüyor. Sanki o, tıpkı kâinât gibi; bir tarafıyla doğumevi, bir tarafıyla mezarlık… İşte fânî olan bu hayat sahnesinde gerçekleşen nefsânî başarılar, deniz kenarında oynayan çocukların, gelecek bir dalga ile yok olmaya mahkûm, kumdan yapılmış evleri ve oyuncakları kabîlindendir.

Dünyaya geliş ve dünyadan gidiş manzarasına, gönül gözü ile bakılırsa hayat, sonsuz elemler, ızdırap verici hâller, renkli hülyâlar ve boş hevâlarla doludur. Bastığımız kaldırımın üzerinden kim bilir nice nesiller geçti ve bugün onlar neredeler?!.. Yalnız gaflet gömleğini yırtarak dünyanın gerçek çehresini gören büyük ruhlar için “hayat bir imtihan, ölüm ise bir şeb-i arus, yani vuslat”tır. İnsanın yaratılış sebebi ise, Rabbine kulluk, O’nun bilinmesi ve kötülüğü emreden nefsin kontrol altına alınmasıdır ki, ölüm, ruhumuzda korkunçluğunu terk etsin ve güzelleşsin.

İnsan; bir kendisine, bir de etrafına alıcı ve anlayıcı gözlerle bakınca derhal fark eder ki; dünya denilen bu imtihan dershânesindeki kudret akışları ve ilâhî sanat karşısında âhiretin imkânsızlığından bahsetmek, gülünç ve abes olur. Görebilen kalpler için bu âlem, sayısız hârikalarla doludur.

Selîm bir akıl sahibi düşünmez mi ki, kâinâtta her şey; bir tek çekirdeğin patlamasından bahar şenliğine, doğumlardan ölümlere ve mikro âlemden makro âleme, zerrelerden kürelere kadar lâyıkıyla kavranması imkânsız dehşetli bir nizam ve intizam ile takdir edilmiş bir âhenk içinde devam edip gider. Peki, bu kusursuz âhengin ve sarsılmaz nizamın sanatkârı ve hâlıkı kimdir? Başlı başına kâinât da, onun ufak bir modeli olan en küçük parçası da; insan idrâkini âciz bırakan bir mükemmellik, hikmet ve ibret manzûmesi değil midir?

Bu ihtişam içerisinde ölüm bilmecesi, öteden beri peygamberlerle irşâd olunmalarına rağmen, beşeriyeti meşgul eden en ciddi ve hayatî bir mesele olmuştur. Zaman zaman korkunç iz’aç halkalarıyla zehirli bir yılan gibi zihinlerde çöreklenen bu mesele, ölenlerin mor dudaklarında düğümlenmiş ve derin sükûtların sırrında gizlenmiştir. Herkesi hayat mevzuunda ateşli bir girdab hâlinde saran ölüm, istisnâsız bütün başlara çökecek en çetin bir istikbal musîbetidir. Bu yüzden onun sırrını çözmek, ancak peygamberlerin irşadları, yani vahyin rehberliği ile mümkündür. 

Bütün semâvî dinlerin ittifakla haber verdiği “âhiret”i, bilhassa Kur’ân-ı Kerîm, aklî, hissî ve ahlâkî nice delilleriyle tafsîlâtlı bir şekilde izah etmiştir. Cenâb-ı Hak, dünya hayatında varlık sahnesine çıkışımızın hikmetini, Mülk sûresinin 2. âyetinde şöyle beyân eder:

“O, hanginizin daha güzel davranacağını denemek için ölüm ve hayatı yaratmıştır.” 

Dünyâ aldatıcı bir serap, âhiret ise ölümsüz bir hayattır. Ölüm, kişinin husûsî kıyâmetidir. Kıyâmetimizden evvel uyanalım ki, nedâmete uğrayanlardan olmayalım.

Ölümün ürkütücü ağırlığını, kelimelerin zayıf omuzları taşıyamaz. Ölüm karşısında bütün fânî güçler sona erer ve erir. Kabristanların öğüt vermekte olan sessiz feryatları karşısında, hassas gönüllerden gelen akisler, ancak gözyaşları ve kuru hıçkırıklardır.

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir.” (er-Rahman, 26) 

“Her can, ölümü tadacaktır.” (el-Enbiyâ, 35) 

Öyleyse herkesin kapısını bir gün mutlaka çalacak olan ölüm, idrâk sahibi bütün varlıkların çözmeye mecbûr bulunduğu dehşetli bir muammâdır. Mevlânâ Hazretleri bu muammânın mâhiyetini şöyle ifâde etmektedir:

“Mezar ihyâ etmek; ne taşladır, ne tahta ile, ne de keçe iledir. Lekesiz bir gönülde, kendi iç temizlik âleminde, kendine bir mezar kazman îcâb eder ki, onun için Allâh’ın yüce varlığı önünde kendi ham nefsinin iddiâ ve benliğini yok etmen gerekir.”

İnsanoğlu bu fânî âlemde, ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, âhiretteki hayata kıyasla kısacık bir müddetten ibârettir. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulmuştur ki:

“(Onlar) kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (Nâziât, 46) 
Peygamber Efendimiz de dünya hayatının müddet, kıymet ve büyüklüğü hakkında şöyle bir kıyasta bulunmuştur:

“İnsan, parmağını deryaya batırıp çıkardığında, onda ne kadar su kalmışsa, dünya hayatı da âhirete göre o kadardır.”

İşte sonsuzluk üzerinde bir sabun köpüğünden farksız bu kısa hayat içinde, ölümün, insanoğlunu, ne zaman ve nerede yakalayacağı derin bir meçhûldür. Zîra ölüm için bir sıra ve nöbet olmadığı gibi, herhangi bir sebep ve bahane de şart değildir. Her doğan canlı, o ân, ölüme hazır bir namzeddir. Âdeta her insan, ölecek yaştadır. Ondan kaçıp kurtulacak ne bir zaman, ne de bir mekân vardır. İnsanın ölüm karşısındaki çâresizliği âyet-i kerîmede şöyle tasvir edilmektedir:

“Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır!.. Sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!..” (Nisâ, 78) 

Ölüm, bu kadar yakın ve herkes için muhakkak vâkî olacak bir hakîkat iken insanoğlunun, sanki bu dünyada ebedî kalacakmış gibi beyhûde meşgalelerle ömür sermâyesini tüketmesi ne acâyip bir hâldir?!. İnsanların bu gafletlerini Süfyân-ı Sevrî -kuddîse sirruh- şöyle bir misâlle ifâde etmektedir:

“Eğer bir yere toplanmış bir kalabalığa tellâl: 

“–Bugün akşama kadar yaşayacağım, diyen ayağa kalksın!” diye ilân etse, bir tek kişi ayağa kalkmaz. Şaşılacak şeydir ki, bu hakîkate rağmen, bütün halka: 

“–Her kim ölüme hazırlık yapmış ise, ayağa kalksın!” diye ilân edilse, yine bir tek kişi yerinden kalkamaz!...” 

İnsan, hiç düşünmez mi ki; ömrü boyunca sayısız kere ölümle yüz yüze gelmektedir. Yaşanan hastalıklar, beklenmeyen sürprizler, meydana gelen felâketler, hayatta her an mevcud olan, fakat insanın gaflet ve acziyeti sebebiyle çoğu kez habersiz olduğu nice hayatî tehlikeler, ölümle insan arasında ne ince bir perde bulunduğunu göstermiyor mu? 

Mevlânâ Hazretleri de, ölümün eşiğinde yaşayan, buna rağmen günlerini; hem dünyâ ve hem de âhirette fayda vermeyecek boş işlerle hebâ eden insana şöyle seslenmektedir:

“Kendine gel ey yolcu! Kendine gel! Akşam oldu; ömür güneşi batmak üzere... 

Gücün kuvvetin varken; şu iki günceğizde olsun cömertlikte bulun, iyi işler yap...

Elde kalan bu kadarcık tohumu, yani ömrünün geriye kalan son sene­lerini iyi ek, iyi harca da; şu iki nefeslik şu fânî dünyadan sonsuz bir cennet ömrü elde edesin... Çok kıymetli olan bu ömür kandili sönmeden aklını başına al da, fitilini düzelt, çabucak yağını koy, yani hayr u hasenât yaparak son günlerini amel-i sâlih ve ibadetle geçir, gönül kandilini uyandır. 

Aklını başına al da; bu işi yarına bırakma. Nice yarınlar geldi geçti. Hemen tövbe ve istiğfar ile işe başla ki, ekin mevsimi, iyilik günleri büs­bütün geçmesin. 

Öğüdümü dinle, nefis güçlü bir bağdır. Bizi iyilikten alıkoyar. Hak yolunda sana engel olur. Yenileşmek, kendini tamir etmek istiyorsan, eskiyi çıkar at; bedene ait isteklerden vazgeç; rûhânî zevkleri, mânevî he­yecan ve lezzetleri ara. 

Dedikodulardan, mânâsız söz ve gevezelikten dilini tut. Paran varsa, onları yoksullara vermek için avucunu aç. Nefsin hodgâmlığından vazgeç, cömertlik ve diğergâmlığı ortaya koy.”

Mâdem ki, her fânînin meçhûl bir zaman ve mekânda Azrâil’le karşılaşacağı muhakkaktır ve ölümden kaçılacak hiçbir yer yoktur; o hâlde insan:

“(Vakit kaybetmeden) Allâh’a koşun…” (Zâriyât, 50) sırrından nasib alarak rahmet-i ilâhiyyeyi yegâne sığınak edinmelidir.

* * *

Ölümler, sessiz ve kelimesiz derslerdir ki, duygulu, hassas insanlara en selâhiyetli ağızlardan daha mükemmel ibret, âkıbet ve hakîkati sergiler. Ölümün bilinen bir dili yoktur. Lâkin o, derin bir sükûta ne korkunç mânâlar gömmüştür. Her mezar taşı, ölüm dili ve sükûtu ile konuşan ateşli bir öğütçüdür. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır:

“Size iki nasihatçi bıraktım. Biri susar, diğeri konuşur. Susan nasihatçi ölüm, konuşan ise Kur’ân-ı Kerîm’dir.” 

Kabristanlar, fânî hayatlarını tüketen ana-baba, çoluk-çocuk, hısım-akraba, dost ve arkadaş adresleri doludur. 

Dünya hayatı; ister sarayda, ister saman üzerinde yaşansın, bütün yolların ve kıvrımların mecbûrî çıkış noktası kabirdir. Târih şâhiddir ki, bu toprak, zengin-fakir, köle-sultan, yaşlı-genç bütün insanların önce meskeni, sonra da kabri olmuştur. Yûnus Emre bu hakikati ne güzel terennüm eder:

Yalancı dünyâya konup göçenler, 
Ne söylerler ne bir haber verirler!.. 
Üzerinde türlü otlar bitenler, 
Ne söylerler ne bir haber verirler! 
Kiminin başında biter ağaçlar, 
Kiminin başında sararır otlar, 
Kimi mâsum kimi güzel yiğitler 
Ne söylerler ne bir haber verirler! 
Toprağa gark olmuş nâzik tenleri, 
Söylemeden kalmış tatlı dilleri, 
Gelin duâdan unutman bunları,
Ne söylerler ne bir haber verirler! 
Kimisi dördünde kimi beşinde,
Kimisinin tâcı yoktur başında,
Kimi altı kimi yedi yaşında,
Ne söylerler ne bir haber verirler! 
Yûnus der ki gör takdîrin işleri, 
Dökülmüştür kirpikleri kaşları,
Başları ucunda hece taşları,
Ne söylerler ne bir haber verirler! 

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri başka beyitlerinde de insanı, dünya kuyusuna düşen Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-’a benzetmektedir:
“Ey Hak âşıkı! Sen güzellik Yûsuf’usun. Bu dünya da bir kuyu gibi­dir. Allâh’ın takdirine şikâyet etmeden boyun eğmek, sabretmek ise seni kuyudan çıkaracak, kurtaracak iptir. 

Ey dünya kuyusuna düşmüş olan Yûsuf! İp uzandı, onu iki elinle sı­kıca tut. İpten gafil olma ve yakalamışken bırakma; çünkü ömür tükendi, akşam oldu.”

İnsan ne tuhaftır ki, bir-iki günlük misafir olarak bulunduğu bu dünyada kendini aldatır. Her gün cenâze sahnelerini seyrettiği hâlde ölümü kendine uzak görür. Kendisini, kaybetmesi her ân muhtemel olan fânî emânetlerin dâimî sahibi sanır. Hâlbuki insan, ruhuna cesed giydirilerek bir kapıdan dünyaya dâhil edildiğinde, artık bir ölüm yolcusu demektir. O yolun bir hazırlık mekânına girmiştir de, bunu hiç hatırına getirmez. Bir gün gelir, ruh cesedden soyundurulur. Âhiret kapısı olan kabirde diğer bir büyük yolculuğa uğurlanır.

Düşünülmelidir ki, ne dünyâda ölümden kaçacak bir zaman ve mekân, ne kabirde tekrar geriye dönecek bir imkân, ne de kıyâmetin şiddetinden sığınacak bir barınak vardır.

Fâtır Sûresi’nde, Cehenneme atılan günahkârların Cenâb-ı Hakk’a şöyle yalvardıkları tasvir edilir:

“Onlar orada, «Rabbimiz!.. Bizi çıkar, (tekrar dünyaya gönder de daha önceleri) yaptığımızın yerine sâlih ameller işleyelim!..» diye feryâd ederler. (Onlara denir ki:) Size aklını başına alabilecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı (peygamberler) de gelmedi mi? (Niçin inanmadınız?) Şimdi tadın azabı! Zâlimlerin yardımcısı yoktur.” (Fâtır, 37)

Âyet-i kerîmede iki husûsa dikkat çekilmiştir: 

Birincisi, insanın hayat ve ölümün hakîkati üzerinde düşünecek kadar bir vakti olup olmadığına; 

İkincisi de, kendilerini, âhiretten haberdâr ederek uyaran peygamberlerin gelip gelmediğine!.. 

Bu iki suâl karşısında kâfir ve günahkârların ortak cevâbı, nedâmet dolu acı bir itiraftan ibâret olmuştur. Ancak artık iş işten geçmiştir.

Mevlânâ hazretleri dünyanın gerçek yüzünü şöyle ifâde eder:

“Bu dünya hayatı, rüyâda define bulmaya benzer. Sabah kalkınca ne define kalır, ne de başka şey!.. Ölümle daldığı uykudan uyanmış bulunan insanoğlu da hakikat ile rüyayı birbirinden ayırır ama nâfile!.. Elde bir şey kalmamıştır…” 

Mesnevî’de, bu dünyaya dalanların boş hayal ve hülyâlarla, paha biçilemez ömürlerini nasıl heder ettikleri de şöyle tasvir edilmektedir: 
“Dünyâya gönül verenler, tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge nasıl onların malı olabilir? Nitekim budala bir avcı, kuşun gölgesini kuş zannetti de onu yakalamak istedi. Fakat dalın üzerindeki kuş bile bu ahmağa şaştı kaldı.” 
Aslında bir gölgeden ibâret olan dünyayı hedef almak ve gölgeleri aslî zannetmek, insanın, bütün gayret ve himmetini zıll-ı zevâl denilen, yani kaybolmaya mahkûm gölgeler üzerinde yoğunlaştırması, akıl ve iz’ân kârı mıdır?!. İşte bu hâl, gölgeleri avlamakla kendini avutan gâfil avcıya benzemek demektir ki, insanın eline nedâmet ve hüsrandan başka bir şey geçmez. 

En büyük nedâmet sebeplerinin başında “zaman”ın boşa harcanması gelir. Ölümü bilen, fânî dünya lezzetlerine, yolculuğunu bilen de dünya misafirhânesindeki fânî oyuncaklara aldanmaz! Çünkü eşyâ, ondan ayrılmayacak bir sûrette dünya misafirhânesine âittir. Bütün fânî nîmetler, bir kişide toplansa ve o, huzur ve saadet içinde bin yıl yaşasa ne fayda!... Sonunda gideceği yer, bu kara toprağın altı, bu yağız yerin bir çukuru değil midir?

Yâ Rabbi!..

Bizi, fânî “vakitlerimiz tükenmeden”, “ömür güneşimiz batmadan” intibaha gelenlerden eyle ki, dünyaya dalıp da kendisini bir bardak suda helâk edenlerin pişmanlık dolu âkıbetlerine düşmeyelim!.. 
Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Rabbim! Hayatımızı ve ölümümüzü sâlih kullarına lutfettiğin bereket, nîmet, ulvî güzellikler ve sana vuslat ile müzeyyen ve mükerrem kıl!..

Âmin.

 

Osman Nuri Topbaş Hoca Efendi...