Züht, lügatte, “ilgi duymamak, değersiz bulmak, yüz çevirmek” gibi anlamlara gelir. Allah’tan başka her şeyi gönülden çıkarmak manasına gelen züht, İslam’ın özünde vardır. Gerçek zahit, dünyalığı elinde bulundurmasına rağmen onu kalbine sokmayandır. Asıl züht, dünyevîleşmeye ve terbiye edilmeye muhtaç şehevi arzulara karşı insan nefsinin rûhî ve bedenî riyazetlerle eğitilmesidir. Uzak doğu dinlerinde nefsin eğitimi, nefsi öldürmek üzerine, modern Batı dünyasında ise, nefsi kışkırtmak üzerine kuruludur. İslam’da ise, nefsi ne öldürmek ve ne de kışkırtmak vardır. Aksine, nefsi terbiye ederek İlahi hikmette yaratılış amacına matuf bir hale dönüştürmek vardır.
İslam’da zahitlik, takva bilinciyle yaşamaktır. Kur’an, günahlara karşı müteyakkız olma durumu olan takvâyı, bizâtihi şüpheli olan şeylerden kaçınma anlamına gelen verâyı teşvik etmekle birlikte, insanın gönül dünyasını zenginleştirmeyi hedefleyici olmak üzere nafile olan oruç ve gece namazlarına yönlendirir. (bk. Müzzemmil 73/6-8; Müddessir 74/1). Bu insanın manevi gelişimini artırmak suretiyle, haramlara karşı otokontrol mekanizmasının sağlanmasına yardımcı olur.
Zühd, ruhbanlık değildir. İslam zühde dayalı bir yaşamayı ön plâna çıkarırken Allah’a daha çok yaklaşmak maksadıyla sosyal hayatı ihmal etmeyi gerekli gören ruhbanlığı ve keşiş hayatı yaşamayı da tasvip etmez. Kur’an, ruhbanlığı muharref Hıristiyanlığın çirkin bir bid’atı olarak nitelendirir. “Sonra bunların izinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, ona İncil’i verdik ve ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Uydurdukları ruhbanlığa gelince onu, biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.” (Hadid 57/27).
Yukarıdaki ayette geçen ruhbanlık, büyük bir korku hissiyle dünya lezzetlerini terk ederek riyazet ile ibadette aşırılık göstermektir. Ruhbanlık, Hıristiyanların ihdas ettiği dini bir anlayış ve yaşayış tarzıdır. Ashab-ı Kehfin tutumunu bundan ayırmak lazım. Ashab-ı Kehf kıssasında geçtiği üzere Hz. İsa’nın ref’inden sonra müminler inkâra şartlanmış zorbalarca yok edilmeye çalışılmış, girişilen üç savaşta müminler ağır kayıplar vermişler, sağ kalan iman ehli, kendilerinin de ölümü halinde dine davet edecek kimsenin kalmayacağı gerekçesiyle savaş yapmama kararı almış, sadece ibadetle meşgul olmaya başlamışlardır. İşte bu suretle fitneden kaçarak, dinlerinde ihlas ve samimiyet gösteren bu insanlar dünyanın bütün zevklerinden, fazla yiyip içmekten ve evlenmekten vaz geçmişler, dağlar, mağaralar, oyuklar ve hücrelerde ibadetle meşgul olmuşlardır. (Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1979, VII, 4766-67). Bu sebeple Hıristiyanlıkta güvenlik kaygısından hareketle bir mabet olan manastırlar hep yerleşim birimlerinden uzak olan dağlara ve ıssız vadilerin en uç noktaları olan yamaçlara yapılmıştır.
Neticede zühd, insanın varolanla yetinmesi, kendisine Allah’ı unutturacak işlerden uzak durmasıdır. Dinî naslarda dünya zatı itibariyle kötülenmez. Kötülenen şey, helâl olmayanı elde etmeğe çalışmak ve ihtiyaç miktarının dışında israf etmektir. İslam, herşeyde denge ve ölçülülüğü arar. Rasyonel ahlâk anlayışına göre Müslüman insan münzevî bir hayat yaşama adına toplumdan ve toplumsal sorumluluklarından kaçamaz. Hem toplum içinde yaşayacak ve hem de dini duyarlılığı o toplumda temsil edecektir. Gerçek Müslümanlık, erdemli davranışların toplum içinde kalınarak temsil edilmesiyle anlam kazanır.