Hayat acısıyla tatlısıyla yaşanır; zorluğu ve kolaylığıyla anlam kazanır.
Yaşanan her zorluk bitmiştir, bitmeye mahkumdur. Zoru yaratan Allah, zorun fıtratına mühleti de ekleyendir.
Bu mühlet, biliriz ki, eşref-i mahlukat olan insan için imtihandır.
İnsanı güzelleştiren de zorun fıtratındaki mühlet süresince sergileyeceği maharettir, ortaya koyacağı tavırdır.
Zorluk zamanlarında Müslümanın sergilemesi gereken tavır, hepimizin mâlumu olduğu üzere tedbirdir. Tedbir, tevekkül zemininin düzgün döşenmiş taşlarıdır.
Tevekkül, takdire râm olmaktır.
Bu boyun eğişimizin kaynağı, ‘takdir tedbiri bozar’ inancımızdır. Bu inanç, Müslümanın vazifesi olduğu kadar aynı zamanda hakkıdır da.
Metalaşan dünyanın onulmaz yarası olan stres belasının devası, kader inancımız değil midir?
İşte bu yüzden Müslümanın hakkıdır, ‘takdir tedbiri bozar’ inancı.
Şunu da hepimiz biliyoruz: Müslümanın tedbirsiz tevekkül hakkı yoktur. Tedbiri alınmamış tevekkül, laklaktan ibarettir, ruhsuz laftır.
Tespitimizi yapalım o zaman:
Müslümanı güzelleştiren ve zor zamanları kolaylaştıran şey, tedbirdeki asâlettir.
Asâlet ise, ifratta kalmadan, tefrite dalmadan orta bir yolun yolcusu olmaktır.
Bu uzun girişten maksat, dünyayı kasıp kavuran koronavirüs karşısında nerede durmalıyız, sorusuna cevap aramaktır.
Bu duruş hususunda en baştan şunu ifade edeyim:
Sahip olduğumuz kader inancını, asâletin ilk boyutu ve bir insanın iskeleti olarak kabul edersek, Devletimize ve devlet adamlarının beyanatına, telkin ve tavsiyelerine itibar etmek ve fitne fücur hesabında olanlara fırsat vermemek, bu iskelet üzerine en güzel görüntüdeki kas, et ve deri dokusunu sarmak demektir ve bu asaletin ikinci boyutudur.
Sergileyeceğimiz asâletli tavrın ulul-emr boyutundaki ilk görüntüsü bu olmalıdır. Bu görüntü, inançtan oluşan iskelet yapısının insana dönüşmesi ile eşdeğerdir.
Siyasi, fikri ve ideolojik boyutta, devleti yöneten insanlardan farklı düşünmekten dolayı sergilenecek muhalif tavır, içinden geçtiğimiz bu zor zamanları kesinlikle kolaylaştırmayacaktır.
Bunun bilincinde olmak zorundayız.
Tedbir, asâletin üçüncü boyutudur ve çeşitli kolları vardır. Temizlik, gıda temini, giyinme ve barınmada itidal gibi…
İskeleti insana dönüştüren et ve derimiz yâni bedenimiz temiz tutulmak zorundadır.
Hem kendimiz için temiz olmak hem de çevremiz için temiz kalmak zorundayız.
Teşbihimize devam edersek, bu temizlik insanın iç çamaşırları mesabesindedir. İç çamaşırımızın temiz mi kirli mi olduğunu yalnızca kendimiz bilebiliriz.
Bizim dışımızdakileri kandırabiliriz ama şâyet kendimizi kandırmayacak isek ve sorumluluğumuz da bunu gerektiriyor ise, imanımızı yarım elma olarak bırakamayız.
Temiz olmak zorundayız, hem içimizle hem de dışımızla.
‘Bana bir şey olmaz’ diyen insanların geçmişlerine şöyle bir bakacak olursak, bunların toplumu için, Milleti için yaptığı herhangi bir güzel işi olmayan insanlar olduğunu görmek zor olmayacaktır.
Sorumluluk, kaygı sahibi olmayı gerektirir. Kaygı sahibi olmayan insanın Milleti adına kârlı işlerde zâten gözü olmaz.
Asâletimizin üçüncü boyutu olan tedbirin bir ikinci kolu da aşırılıktan uzak durmaktır.
Gıda, temizlik ve benzeri ihtiyaçlar için yeni bir market açacakmış gibi görüntü veren alışveriş arabaları, bizde paranın çokluğuna değil asâletin yokluğuna işaret eden şahitlerdir.
Bu şahitlerle kol kola girmeyelim.
‘Güzellik ondur, dokuzu dondur’ diyen ak saçlıların kemiklerini sızlatırcasına, sağlam iskeletli, eti kemiği yerinde bir insana çok uzun kollu, etekleri dizde, bol mu bol bir takım elbise giydirmek, onu giyen insanı asâletli bir görüntüye mi kavuşturur, yoksa sirke çıkma hazırlığında olan bir palyaçoya mı çevirir?
Tıka basa dolu alışveriş arabalarının, yukarıdaki takım elbiseye karşılık geldiğini ve o elbiseyi giyeni neye çevirdiğini görmezden gelemeyiz.
Geçit vermez Toros Dağlarının sabır âbidesi insanı için geçmiş dönemde yaptığım tespitime, Anadolu insanı için yeniden yer vereyim:
Üç çuval un, iki çuval patates, bir küp pekmez ve az biraz yağ ile kışı geçiren Anadolu insanı, kanaâtkârlığın zirvesindedir ve bu insanlardan devletine karşı tek bir acı söz duyamazsınız.
Neymiş mesele?
Aslında çok şeye ihtiyacı olan insanlar değiliz.
Bu toprakların insanı için sınırsız olan tek ihtiyaç, asâletimize ruh veren hürriyettir.
Diğer bütün ihtiyaçlar, kanaatimce teferruattır.
Kıtlıktan çıkmış görüntüsü veren boş market rafları, tıka basa dolu alışveriş arabaları asâletin değil, ihtiyaç delisi bir sefâletin tanıklarıdır.
Mahkeme-i Kübra’da bu tanıklara söz hakkı vermeyelim.
Çok uzatmadan, zor zamanları kolaylaştırmak için ne yapmalıyız, sorusuna cevap olarak şunları diyelim:
İşleyen bir kader var; buna şeksiz şüphesiz inanalım.
İnsanın kaderinin gayretine bağlı olduğunu unutmayalım.
Tedbir alarak tevekkül hakkımızı sonuna kadar kullanalım.
Devletimize ve devlet adamlarımıza itibar edelim.
Tavsiye ve telkinleri hafife almayalım.
Temiz olalım, temiz kalalım.
Kanaâtkârlığın zirvesine çıkmış atalarımızın, boş market rafları ile kemiklerini sızlatmayalım.
Hürriyetten gayrı ihtiyacın teferruat olduğunu unutmayalım ve Türk Milletinin kesinlikle ve kesinlikle açlıktan ölmeyeceğini aklımızdan çıkarmayalım.
Çünkü Türk Milletinin bir nihâi vazifesi var ama biz bunun henüz farkında değiliz.
Bu zor zamanlar geçmeye mahkumdur.