Her şey değişti, benim yüreğimden başka
"Ne zaman bir çeçeği koklasam," dedi o kuş gibi hafif sesiyle, "ben de aynı şeyi hissediyorum.Her seferinde içimden bir ses diyor ki: "Güzellikte eşsiz ve değerli bir şeyin anısını içeriyor bu kok; çok zaman önce benim olan ama sonradan elimden çıkıp giden bir şeyin anısını." Müzik dinlesem gene aynı şey oluyor, şiir okuduğumda da bazen aynı durumlar karşılaşıyorum.Ansızın bir şey çakıp parlayıveriyor; bir an sürüyor yalnız, sanki yüksek bir yerde dikiliyorum da ayaklarımın altındaki düzlükte yitirilmiş bir yurt toprağı serilmiş yatıyor.Derken bir de bakıyorum yine kaybolmuş gözümün önünden unutulup gitmiş.Sevgili Dağlım, ben öyle sanıyorum ki dünyada olmamızın hikmeti bu; yitirdiğimiz uzak sesler üzerine düşünmek, kafa yormak, onları aramak, onlara kulak kabartmak için bu dünyada yaşıyoruz.Bizim gerçek vatanımız o seslerin arasında bulunuyor çünkü."
"En güzel" Eylül ayınca, sona ermekte olan yaz mevsiminin sıcak ve güneş ile doldurduğu bir öğle sonrasında yaya olarak ormana girmiştik.En güzel Eylül'dü; çünkü yan yanaydık.En güzeldi çünkü ağaçlar şahitti.En güzeldi çünkü benim "en güzelim" sendin.
Ve aslında seven bütün aylar Nisan,bütün aylar Eylül'dü.
Ben seni,üzüm sarısı günler biterken sevmiştim Dağlım.
O an,en güzel kokuları duyabilir,gözlerim en güzel şeyleri görebilir, ağzım en güzel şeyleri tadabilirdi.Tabiat sanki yenebilecek ve kucaklanabilecek bir cennetti.Etrafımdaki her şey ve en çok da sen şımarıktın.Yanında çocuk, yanında delikanlı,yanında aşıktım.
Ağaçların dallarında kuşlar ötüyordu.Yalnızca kuşlar, ben, sen, bir de tatlı tatlı esen rüzgar vardı.Irmağa kadar yürüyüp yüzümüzü yıkamıştık.
Sonra bir ara yağmura yakalanmıştık.Yağmur aralıklarla dökülüyordu,sis vardı yağmurdan çok.Durmuş,ellerimiz ceplerimizde, birbirimizin yüzüne bakıyorduk.Öpüşmesiz, hatta ellerimiz birbirine dokunmaksızın söz vermiştik.Yüzünde saadetin ve iyi bir kalbin izlerini görüyordum.Sözlerin iç çekişini andırıyordu.
Bir yandan geçmişi yaşıyor, geçmişi cümlelere dökerken diğer yandan da rengarenk çiçeklerle güzelleştirilmiş yolları olan kristal şehirlerde barış ve sevgi içinde yaşayan; iyiliksever,hamiyetperver, sakin ve vasat insanlar hayal ediyor, başka dünyalara kaçıyordum.Yemyeşil çimenliklerde koşan,oynayan,ip salıncaklarda sallanan ve uçurtma uçuran çocuklar oluyordu.Sonra, ormanın çıkışında durdum, geriye dönüp yürüdüğümüz yola baktım.Sanki seni orada öylece bırakmışçasına yoğun bir hüznün kapısında buldum kendimi.Zaman durmuştu.Tazelenen üzüntüsünü saklamaya gayret eden bir tebessümle: "Git, beni merak etme." diyordun.
Güneş uzakta batıyor,gün mor bir renge bürünüyordu.
"Eve doğru tek başıma yürümeye başladım.Bu sefer hakikaten yalnızdım.Ve düşündüm ki kudretli kıtamızın sonsuz dağınıklığı içinde hayatın en az bilinen unsuru insan kalbi, var olmanın en az aranan hedefi de insan gibi bir hayat yaşamaktı.Belki de zedelenmiş hislerim vasıtası ile bu karanlığa bir ışık tutabileceğimi düşündüm.İstediğim için değil, fakat eğer yaşayacaksam buna mecbur olduğuma emin olduğum için bu işi yapmaya çalışacaktım.
Bu karanlığın içine kelimeleri fırlatıp bir aksiseda duyulduğu takdirde söylemek; yürümek;dövüşmek; hepimizin içini kemiren, hayata bağlılık duygusunu yaratmak; kalplerimizde, tarifle anlatılamayacak, insaniyet duygusunu yaşatmak için yeni yeni cümleler gönderecektim."