Duadan geldim ve sana yazmak istedim Dağlım.
“Bence insanın ruhu bir gökkuşağı kadar gibi maddeden yoksundur –ancak dikkatler onun üstünde toplandığı zaman hissedilebilir. Ruhumuz billurdur. Kuşkusuz en doğru dikkat biçimi de sevmektir.” Bizleri, kalbimizi, duayı ve gözyaşını… Sevgiyi, rikkati ve gökkuşağını var eden Rabbimize hamd ediyorum.
Yazın ilk günleriydi. Sabahtı. Gönlümüz ve gökyüzü masmaviydi. Sonra, pembe ve erguvan rengi bir yolda yürümüş, -ağlamadan yazmalıyım- o güzel yüzüne bakarak, gökkuşağı kadar güzelsin demiştim. İçinin tazeliğiydi bakıyor, sus demiyor, susturuyordun! Kelimelerin somut anlamlarına gerek yoktu. Varlığımız ve şükürden gayrı hangi sözün ağırlığı olabilirdi ki? Mutluluğumuz da gökkuşağı gibi rengârenkti ve kendimizi ağırlıksız hissediyorduk. Uçsuz bucaksız, masmavi gökyüzünde, yukarılarda uçan iki güvercinden başka bir şey değildik Dağlım.
Yazın ilk günleriydi. Sabahtı. Annemi son kez göreceğimi bilmiyordum. Ezanlar okunurken Sakarya’ya varmış, börek yemiş, aynı börekten anneme de almış ve insanlar yollara dökülmeden evimize varmıştım. Kapıyı kız kardeşim açmıştı. Annemin yanına varmış, yatağının kenarına oturmuş, o güzel yanaklarından öpüp ellerimle börek yedirmiştim. Böreği değil beni seviyordu. Bana dua, Rabbimize şükrediyordu. Sonra kalktık, öteden beriden konuştuk. İşlerim vardı, biraz uzanayım, geç kalmadan kalkarım demiştim. Ah zifin çiçeğim… O yorgun, o anne elleriyle üzerimi örtmüştü. Son olduğunu, sonrasında hep üşüyeceğimi bilmiyordum. Sevdiklerinin üzerine örtesin Dağlım.
Yazın ilk günleriydi. Hani, Hıdrellez günü pınarın başında kendi kendine konuşan Ceren kız : “Toprak moprak isteyemem Halilim dururken… Ben Halilimi isterim. Bütün ömrümde elime bir fırsat geçecek, onu da bir karış toprak için zayi edemem, ne kendimi kandırayım…” demişti. Duam, dileğim, yazdığım sensin. Bazen “taa içimde bir yer, yüreğimin bunca hasrete nasıl dayandığıma şaşıyordu.” İşte bu anlarda duaya, işte bu anlarda türkülere… İşte bu anlarda sana sarılamadığım için yazıya sarılıyorum Dağlım.
Yazın ilk günleriydi. Işığın pervaneleri çekmesi gibiydi, yine dağlara doğru yürüyor, yine bizim türkümüzü söylüyor, yine şükrediyordum. Her insan Allah’ın mucizesiydi, tekti ve çok değerliydi. Gönüllerimiz ışık, sevgilerimiz pervaneydi. İkimizde ışık, ikimizde pervaneydik. Hatırı sayılır bir insan olan annemi hatırı sayılsın istediğim seninle buluşturmuştum. Saf, temiz, çocuksu bir mutluluk yaşıyor, var oluşumuzun manası olduğuna, birbirimiz için imtihan, birbirimiz için ibret olduğumuza inanıyordum. Var olmak Rabbimizin bizleri seviyor olmasına delildi ve sevmek yalnızca şükretmekle ifa edilirdi. Buna inanıyor, sanki annem ve sen yanımdaymışsınız gibi her ikinizi de şımarıyor, her ikinizi var ettiği için de Rabbime şükrediyordum.
Yazın ilk günleriydi. Yanımdaydın, yürüyorduk. Gizli ve gülümsediğimiz bir masumiyetin diliyle susuyorduk. Sonra koşarak ayrıldım yanından. Sevince ve sevilince ne çok şımarıyordu insan. Epeyce uzaklaşmıştım. Kırık bir kiremit parçası bulup, sen geldiğinde okuman için, -yenilerde okuduğum kitaptan aklımda kalan- cümleyi yolun ortasına yazmıştım. “Yürek ki çarpar.” Yüreğim çarpmaya devam ediyor Dağlım.