Türkiye’de sosyal hayatta, siyasette, kültür ve estetik gibi değer ve prensiplerde çok ciddi bir erozyon olduğunu biliyoruz. Bu bozulma ve yozlaşmanın gündelik hayatımıza olduğu kadar, bundan sonraki nesil ve dönemlere muhtemel etkilerinin hepimizi düşündürüyor ve korkutuyor olması gerekir.
Toplum olarak özellikle bugünlerde çok önemli sınavlardan geçiyoruz. Her gün medyaya yansıyan, dikkatimize sunulan vaka ve bilgilerden dolayı ne kadar endişelensek azdır. Sağduyu sahibi olduğuna inandığımız herkes toplumun çivisinin çıktığına inanıyor.
İşler iyiye gitmiyor yani. Kendimizi kandırmayalım.
En kötüsü, toplumsal meselelerimizin nasıl ve kimler eliyle çözüleceğine dair henüz ortada bir eylem planı olmadığı gibi meselelerin neler olduğu hususunda fikir birliği dahi bulunmuyor.
İşin aslı meseleye kafa yoran insan ve kurum sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az.
Kimileri ‘İstanbul fethedilirken meleklerin cinsiyetini tartışıyor’, kimileriyse Nasreddin Hocamız gibi ‘bodrumda kaybettikleri yüzüklerini sokakta arıyorlar’.
Sonuçta sıkıntılar tüm topluma sirayet ediyor. Hepimiz aynı gemideyiz, hepimiz aynı akıbete doğru adeta ‘freni patlamış bir kamyonun üzerindeki yük’ gibi taşınıyoruz. Pasifiz ve bireysel olarak yapabileceklerimiz son derece sınırlı.
Bakınız, toplumsal tahammülsüzlük had safhada. ‘Senin dinin sana, benimki bana’ diyemeyecek kadar da dar bakış açısına sahibiz. Yanlı(ş) reçetelerimizi başkalarına dayatma derdindeyiz.
Bu yozlaşma hengâmesinde belki de en etkilisi siyasetteki bozulma. Diğerlerine de sirayet ediyor. Toplumsal kararların verilmesinden birinci derecede mesul olanlar, diğerlerine rol biçiyor, sınır tayini yapıyorlar ama ellerinde doğru cetvel, doğru kantar ve doğru harita yok.
O kadar beylik lafları eden, gerektiğinde fakir, mağdur, mazlum edebiyatı yapanlar fırsat ellerine geçince diğerlerini kullanma, kendilerine yapılanları başkalarına uygulama derdindeler.
Meşhur Amerikan hikâyesidir. Sahibine uzun yıllar hizmet eden ve yararlıklar gösteren bir köleye hürriyetini bağışlayan sahibi bir adım öte giderek, köleye hizmetlerinden dolayı teşekkür eder ve ‘dile benden ne dilersen’ der.
Hürriyetine kavuşan köle, ‘bana hizmet etmesi için bir köle ver’ talebinde bulunur. Dünün köleleri bugün kendilerine köle edinme derdine kapılınca, iş çığırından çıkıyor tabii ki.
Yozlaşmanın nereden başladığına bakmak için önce galiba gücü ellerinde tutanlara yönelmek gerekiyor. Elinde güç olmayan insan yozlaşırsa en fazla kendine ve kontrolündekilere zarar verebilir. Olanların etkilerini nerelere kadar götürebileceklerini tahmin dahi edemeyiz.
O nedenle işin doğrusu siyasi yozlaşmadan başlamak. Bu konuda da galiba siyasetin finansmanına yönelmek durumundayız. Nitekim geçtiğimiz yıl kamu yönetimine etik ilkeler konusunda başbakan bir paket açıklamış, konunun altını çizmişti.
Henüz bütün parti ve görüşler açısından şeffaf, açık, net ve legal finansman yöntemleri kullanılmıyor. Herkesin iki yüzü, iki ağzı iki bütçesi var. Birincisi görünürdeki ve resmiyetteki yüz, ağız ve bütçe; ikincisi, görünmeyen, saklı, tezgâh altı yüzü, ağzı ve bütçesi.
Bunu halletmeden de gizli, derin, gayri resmi parti ve siyasi örgütleri çözmenin imkânı yok.
Paralel yapı ve devlet bundan çıkmadı mı? Demek ki resmisi, legali ve görünür olanı işini iyi yapmadı, yapamadı ki meydan illegaline kaldı. Ben olaya böyle bakıyorum. Tıpkı karaborsacılığın hortlaması gibi.
Öte yandan, siyasetin icra ediliş tarzı ve uygulama yönteminde de sorunlar var. Siyasi mekanizma en iyileri yukarıya taşımıyor. Sistem genel anlamda ‘ortalıkta dolaşan’, ‘boş bulduğu her kapıdan içeri girme’ telaşında ve ‘göz boyama’ hususundaki marifeti nedeniyle el üstünde tutulan tiplere prim veriyor. Benim sorum gayet net: Bu tipler kendilerine bir alan açabiliyorlar mı, açamıyorlar mı?
Bundan sadece bir partiyi ve dönemi kastetmiyorum. Herkesin hafızalarında yeri bulunan ‘Zübük’ filminde anlatılanlar gerçek hayatta oluyor mu, olmuyor mu?
Yozlaşma kültürüne karşı neler yapılmalı?
Siyaset nasıl işlemeli?
Hangi adımlar atılmalı?