YÖRÜNGEYİ DEĞİŞTİRMEYECEKLER

Prof. Dr. Fatih Mehmet Öcal

Dünyada son yarım yüzyıldır gelişen olaylara bakıldığında, belli bir göndü etrafında gidip geldiği görülmektedir. Ancak son üç beş yıldan beri, söz konusu olayların ortaya çıkışı, nedeni, gelişimi ve sonuçları dikkatle incelendiğinde, tekrardan başka bir şey olmadığı anlaşılmaktadır. Son birkaç yıldır uygulamaya konulan genel politikaların öncekilerden tek farkı, ister iktisadi ister siyasi isterse de sosyal olsun, gizli kapaklı değil, açıktan açığa yapılmasıdır. Vizyona konulan ve dünyanın tamamını kapsayacak boyuttaki politikaların etkilerini nerdeyse hiçbir ülke kendini soyutlama, kenara çekme veya yok sayma olanağı bulunmamaktadır. Nedeni ekonomik, siyasi, sosyal ve toplumsal olayların gidişatını, ne yönde gelişeceğini ve ne gibi sonuçlarla karşılaşılacağını kurgulayan, planlayan ve uygulamaya koyan ülkelerin, ABD, Almanya, İngiltere ve bunların kuyruğuna takılan gelişmiş batılı ülkeler olmasıdır. Kendilerini dünyanın efendisi olarak görenlerin, yeryüzündeki tüm kaynak ve varlıklara sahip olma hakkını kendilerinde görmelerine şaşılmaması gerekmektedir. Yaklaşım mantalitesi bu olunca, kendi en tabii doğal haklarını korumak isteyen ülkelerin karşı çıkmaları da beklenen bir durum olacağı da dikkate alındığında, savaşsız bir dünyanın ve kalıcı bir barışın beklentisi hayalden öteye geçmemektedir. Çünkü bir tarafta dünyadaki her şeye sahip olmak isteyen ve bunu kendilerinde hak olarak gören gelişmiş birkaç gelişmiş ve yancıları konumundaki sekiz on ülke karşısında, diğer tarafta ise oturduğu toprakların altındaki ve üstündeki emtia ve tüm varlıklar üzerinde, en tabii hakları gereği doğal olarak inisiyatif kullanmak suretiyle kendi politikalarını uygulamaya koymak ve haklarını savunmak isteyen ülkeler bulunmaktadır. Dünya tarihi, bu vakitten sonra güçlü ama haksız birkaç gelişmiş ülke karşısında, haklı fakat nispeten güçsüz olan ülkeler ile mücadelesi ile buna bağlı şekillenecek olan yeni dünya düzeninin ekonomik, siyasi ve sosyal açıdan fırsatlara ulaşma mücadelesine tanık olacaktır.

Dünyanın birkaç ülke tarafından ekonomik, siyasi ve sosyal açıdan kuşatılması ve hatta bu konuda maalesef ciddi mesafeler alındığı gerçeği ortada iken, ülkelerin içinde bulunduğu ekonomik koşullarındaki olumlu veya olumsuz gelişmeler, fazlaca bir önem arz etmemektedir. Belki sadece kısa dönemde olumlu sonuçlar ortaya çıkabilir, ancak söz konusu küresel kuşatma kırılmadığı müddetçe, dünya ekonomisinin istikrarından söz edilebilse bile, ancak gerçekleşmesi olanaksızdır. Dile getirilen kuşatma denildiğinde, hemen akla askeri açıdan fiili müdahale gelmemelidir. Kuşatmadan kastedilen, gelişmekte veya geri kalmış ülkelerin kaynaklarına çökmek suretiyle ele geçirilecek olan pastadan pay kapma düşüncesiyle başını ABD’nin çektiği ve özellikle Eurozone ülkelerinin desteklediği yıllar önce kurulan ekonomi, siyasi, sosyal ve askeri kurumların ortaya attığı görüşler ve yayımladığı raporlarla, kendi düşüncelerini empoze etme çabalarının tümüdür.

Kendi çizdikleri yada biçtikleri role göre oynamayan Türkiye, Rusya gibi ülkeleri de bir şekilde kurdukları kurumlar yoluyla terbiye etmeye, hizaya getirmeye çalışmaktadırlar. Örneğin uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarından önce Fitch’in  25 Türk bankasını negatif izleme sürecine alması kararından sonra, 8 Mart’ tarihinde yaptığı son not açıklamasında ülkemizin kredi notunu Ba1’den Ba2’ye düşüren ve not görünümünü “negatiften durağana” indiren Moody’s’in de, ‘Ba2’ seviyesindeki kredi notunun gelecek dönemdeki makroekonomik gelişmelerdeki belirsizlikleri ileri sürerek izlemeye alındığını kısa süreler içinde bildirmeleri, kesinlikle tesadüf ve objektif  değildir. Sağlam temellere dayanan politika eylemleriyle piyasaların endişelerini giderme yönünde, sıkılaştırılmış ve sadeleştirilmiş para ve makro politikalarını uygulamaya koyarak, istikrarı uzun döneme yaymaya çalıştığını bakanlık düzeyinde deklare eden bir ekonomi yaklaşımının dirayeti, geleceğe duyulan güvenin ilanıdır. Üstelik Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) Başkanı Mehmet Ali Akben’in, bankalarımızın konjonktürel dalgalanmaya karşı kendini koruyacak yapıda ve Nisan sonu verilerine göre bankacılık sektörünün Sermaye Yeterlilik Rasyosu’nun (SYR) % 16,4 ile gerek yasal sınırın, gerekse hedef oranın oldukça üzerinde olduğunu, bu yılın ilk dört ayında da sektörün 18,8 milyar lira net dönem karı elde ederek bankacılık sektörünün tüm zamanların en güçlü 2. çeyrek başlangıcını gerçekleştirdiği dönemde bile, ABD orijinli bu uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının negatif görüşler belirtmesinin, ekonomimizin içinde yaşadığı realiteyle en ufak bir ilgisi bulunmadığı açıktır. Ülkemizin 2017 yılı büyüme oranlarını birkaç defa revize etttikleri dikkate alındığında,  en hafif yaklaşımla bu kuruluşların iyi niyetli ve objektif olduklarından söz edilemez. Bunların üstelik ekonomisi iflas etmiş olan Yunanistan ile ilgili verdiği puanlara bakılınca, kararlarının subjektif olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. Yaklaşımları budur ve batılı ülkeler rotalarını değiştirmeyeceklerdir. Bu durumda Türkiye olarak yönümüzü, birlik ve beraberlik içinde ama demokrasi çizgisinden sapmadan, eğitim ve teknolojiye dayalı üretime çevirmekten başka bir reçete, bizi kurtarmayacaktır.  

Soru: Ülkelerin potansiyel büyüme oranını artırılabilir mi? Neden?

Sözün Gözü: Kişiyi ünvanı değil, karakteri yüceltir.