Yazgımın beni düşürdüğü yol, senin yürüdüğün yolla nasıl ve neden kesişti? Sorgulamadan ve yargılamadan sorduğum bu sualin cevabını sen olmadan arayacak değilim zira kendi başıma bulduğum cevaplar eksik ve kifayetsiz kalacak. Zihnimin en mahrem yerlerinden sökün eden yorgun cümlelerin, soru işareti taşıyanlarını bir kenara bıraktım.
Beni bul diye kendimi sakladığım dehlizler bilirim ki seni korkutur. Oysa aramıyor ya da aranmıyorsak ve neticede bulunmuyorsak var olmamın hikmeti nedir? Karanlık, her zaman saklar mı beni? Eğer öyleyse gözlerimi yumuyorum sen aydınlıkta ol benim karanlığım bana yeter.
Her şey nasıl da akıp gidiyor zamanın içinde, her şey nasıl da yok olup gidiyor böyle. Kâh uzun kâh kısa yaşamın sonu hep ölümle bitiyor. Sahi kim kime göre daha uzun ya da daha kısa yaşamıştır?
Tutuştuğum kavgaların hesap defterini bir kalemde silsem… Dönüp fani dünyaya sükuta durduğumu haykırasım gelir. Bırakın bir serçenin tedirginliği mekân tutsun kalbimde. Bırakın bir papatya açsın, bir çocuk hıçkırsın kabrimde. Matemimi Leyla değil Mecnun tutsun, bense bir hüznü tutup yakasından çekip çıkarayım yurdundan.
Hicran günleri sayardık terk edilmiş çay ocaklarında. Demlenmiş sevdalar vardı masamızda, kekremsi tatlar, nane kokusu, arabesk şarkılar; beni biraz anlasaydın havasında. Susardık, konuşmadığımızdan değil susarak da anlaşabildiğimizden sebep. İkinci bardağa yetmezdi paramız çıkarıp şiir yazardık.
Nasıl da olup bitiyor ve sona eriyor her şey. Yaşanılan ömrü neye ve kime göre kıyas edeceğini bilemeyenler ne zaman çekilip gidecekler? Bir ömrü değerli kılan şey nedir, nedir o ömre paha biçilen? Öyleyse bırakın denizine kavuşmak isteyen bir ırmağın coşkusuna hayret etmeyi, bırakın gönlünüzdeki ırmak çağlasın özgürce.
Düştüğüm yolların benimle derdi nedir? Ruhumun ıstırabını yoldaşlar yerine yolun kendisiyle paylaşmamın bunda bir payı yoksa nedir? Yalnızlığına razı, bir başınalığına mutmain tek ağaçlar aradım hep. Öylece göğün altında, bir ovanın tam ortasında, rüzgârın tam karşısında dimdik ayakta duran o tek ağaç… Peki ya, bulduğum tek ağaçların gölgesinde neden bir nefeslik kadar bile eğleşemedim?
Erenler meclisinde “dayanılmaz bir acıdır ölüm” diyecek oldum, erenler sükût ettiler, dostlar yüz çevirdiler, yarenler duymazdan geldiler. Oysa ölüm; hayatta kalan için acıdır, belki ölüm azade olmaktır acıdan.
Suallerimin beni düşürdüğü dehlizlerde çilesini çekmiş aşıklardan izler buldum. Hangi mecnun geçmişse Leyla’dan sözler buldum. Duvarda bir tuğla dile geldi; “Sen misin cezasını çekiyor olan, ben miyim bir zindan duvarında esir olan?” Cevapsız kaldım ve ruhumu özgür bıraktım. Zindan bedenime yoldaş oldu.
Virane bir gönlün sahibi olarak bir sokak çocuğunun sofrasına düşürdüm yolumu. Mecnundan bahsettim, zindanda geçen günleri sayıp döktüm, erenlerden dem vurdum, hicran dedim, cevapsız kalan sorularımı sofraya katık ettim. Çocuk yüzüme baktı, ruhuma baktı, batan güneşe baktı “la havle” çekti sonra sessizce kalkıp yanan ateşi bana bıraktı. Şimdi yanımda bir serçenin son tedirginliği, bir mecnunun son nefesi ve bir ölüm sessizliği…