Yağmurlu bir eylül akşamı, ışıklar düşmüşken şehrin üstüne öyle anlamsız ve öyle sıradan adımlamıştım caddeler boyu. Yanımdan gelip geçen onlarca insan benim farkımda bile değiller. Oysa ben hepsinin yüzüne bakıyor, hepsinin içinde taşıdığı hikâyeyi okumaya çalışıyordum. Onu aradığımı, her baktığım yüzde onu gördüğümü hemen anladım. Onun dışında bana yakın bana sıcak gelen tek bir sima tek bir bakış bulamadım. Ben bu şehre uzağım bu şehir bana gurbet.
Dün geceden kalan ve önceki gecelerden kalan kabuslarımı, yarım yamalak uykularımı ve her uyanışımda kalbime sokulan vuslat acısını uzaklarda birinin avuçlarına bırakmayı arzu etmiştim de kıyamamıştım ona. “İnsanlar” dedim içimden ne kızabilirim onlara beni anlamadıkları için ne küsebilirim beni terk ettikleri için.
Zihnime hücum eden suallerin katarlar halinde bedenimi mesken tutmalarına aldırış etmiyorum, tüm sorular cevaplanabilir tüm cevaplar kabul edilebilir. Sükûnet sokağına sığınmam gerek. Olduğum yerde, dünyadan uzak dünyanın tam orta yerinde çakılı kalmış bir maşukum artık.
Akıp giden bunca şeyi görmek için yavaşlamak hatta durmak gerek iki gözüm. Hızla yok olup azalıyoruz dünyadan, oysa sayıca çoğaldığımızı söylüyor matematik. Biz çoğaldıkça gökyüzü azalıyor, rengini kaybediyor mavilikler. Ben mi; eksiliyorum avuçlarından, fark ediyorum. Islanan avuçlarımı, sarsılan inancımı kuytu bir köşede teselli edebilir miyim? Aklımın buna daha ne kadar katlanabileceğini bilmiyorum.
Yürüyorum, hayat; kirpiklerimi ıslatan yağmur kadar gerçek. Kendimi bu kalabalıktan, heyuladan kurtarmanın bir yolu var mı sahi? Kapıyı açsan ve üzerime kilitlesen tüm yargılarını, tüm sorgularını ve tüm cezalarını.
Akşam maviliği çoktan çökmüş olmalı senin şehrine. Seversin sen bu saatleri. Sırf sen seviyorsun diye korkmuyorum artık akşamın ilk karanlığından. Bunu hatırlıyor olmak ne iyi geldi şu vakitte. Ne kadar yürüdüm bilmiyorum, yağmur devam ediyor, içimde fırtına… Ne kadar da insan geçip gitti yanımdan ve hayatımdan.
Güç bela attım kendimi bir otobüs durağına. Giden gitmiş kalan kalmış, vakit nasıl da azalmış. El ayak çekilmiş sokaklardan bir ben kalmışım kapının dışında bırakılan. Ağırlamış bedenimi ıslanmış olmasına aldırış etmeden bıraktım duraktaki banka. Uzaklaştılar benden, çekindiler, çekildiler. Utandım halimden neden olduğunu bilmeden. Otobüsler geldi, otobüsler gitti, kimseyi bırakmadı benden başka. Çok geçmedi bir adam gelip oturdu yanıma. Bencileyin belki benden bezgin ve bitkin. Bir ermiş miydi bir garip yolcu, bir derviş belki bir hayaldi. Kimdi, kimin nesiydi, nasıl da mütebessimdi ve neden “ben” gibiydi? Ne sebeple ve ne hakla benzettim onu kendime sahi?
Kollarımızı göğsümüzün üstüne bağlayıp uzaklara baktık birlikte. Ne kadar kaldık öyle ve hiçbir otobüse binmedi niye? Bizi burada rast getiren, yolumuzu kesiştiren de kader. O cesaret etti bu sessizliği bozmaya, ben anladım niyetini. “Gidecek kapımız yok usta” dedi “gitsek de açmazlar” dedim usulca. Gülümsedi, öyle sıcak ve samimi “Kesme” dedi ümidini, varsa gidecek bir kapın…