Yitirdiğimiz umutların kefaretini ödemiştik.

İbrahim Çolak
Dağlım, dağ çiçeğim…
 
Biliyorum, sımsıcak bir kalbin var...
Bazen; bu yazdıklarımın on katını, yüz katını yazmak istiyorum sana. Sonra vazgeçiyorum. Sonra gülümsüyor… Söz yokken, gönüllerimiz vardı diyorum.
 
“Başka bir kişinin üstün niteliklerine karşı onu sevmekten başka alınabilecek hiçbir güvenlik önlemi yoktur. “ der Goethe. Bu tanımlamayı her okuduğumda gülümser dururum. Güvenlik önlemi! Ne incelikli ve sevgi dolu bir tanımlama. Sana karşı güvenlik önlemimi aldım Dağlım!
 
Yalnızlık ile yalnızlık çekmek arasında büyük bir fark var Dağlım. Yalnızlık ile yalnız olmayı birbirinden ayırmamız gerek. Yalnızlık bizi geliştirirken, yalnızlık çekmek küskünlüğümüzü, isyanımızı, nefretimizi artıran ve ruhumuzu körelten bir duruma dönüşebilir. Dedem şöyle derdi: “En iyi arkadaşınızla, yani kendinizle olduğunuzda yalnız olmazsınız.” Yaşarken ikiye bölündüğümüz, tembellik ettiğimiz, yorulduğumuz, küstüğümüz günlerin olması mümkünden de ötedir. Ancak bizler yolda olmalı ve yürümeye devam etmeliyiz. Evet; yol zor, yol çetin. Ancak yolun, yürümenin de insanı güzel kıldığını biliyoruz değil mi? Dedem, devamında da şunları söylemişti: “Kendinle barışık olduğunda ve kendini sevdiğinde, asla yalnız olmazsın. İnsan kendini sevmeyi öğrendiğinde başkasını sevebilir.” Yalnızlık çekmeyesin isterim.
 
Bencillikten uzak kendini sevmen, yalnızlığını önleyecektir Dağlım. Kendi kendini sevmek ayrıca diğer her şeyi de sevmeni sağlayarak sessiz, sözsüz fakat çok şey söyleyen bir yaşayışa ulaşacaktır. Tıpkı ninelerimiz gibi, tıpkı masalla gerçeğin bir arada yaşanması gibi.
 
Kendimizi çok yalnız ve savunmasız hissedip, üzüntü ve sıkıntılar yaşarken, fırtınalara göğüs gererken, insanlığımız toprağa gömülü bir tohuma benzer. Bu tohumun filizlenmesini hiçbir şey çabuklaştırmaz. Bu filizlenme Rabbimizin istediği zaman kendiliğinden olacaktır. Bize düşen sabırla, metanetle yürümek, yine yürümek ve beklemektir.
 
İnsan, yanında kendini değerli hissettiği insanı sever, yüzünü ona döner. Birbirimize değerli olduğumuzu, umut olabileceğimizi, yargılamayacağımızı bilmemiz gerekir. İnsanlığımız bunu gerektirir. Yargılamak basit olandır, bunu herkes ve kolaylıkla yapabilir zaten. Bazen öyle olur ki tüm süslü sözleri kullanırız da yine de sevmiş olmayız. Diğer taraf söylemez lakin var gücüyle seviyordur. Sözsüz ancak her haliyle, yaşaya yaşaya, sindire sindire sevmek gerek. Ah… Sevmek yorgunluğa dönüşüyor, esenliğe ve duaya dönüşmesi gerekirken. Hesapsız ve gerçek sevginin hüzünle karışık insanı arındıran bir yanı olduğunu biliyorum.
 
Göçmen kuşlar için dallarda meyve bırakan insanlar tanıdım… Elektrikler kesildiğinde, sevdiği kadının elini tutup, burada tek ışık sensin diyen insanlar tanıdım… Sahi Dağlım, Aras nehri hangi yanına düşer? Koşulsuz, pazarlıksız, karşılıksız, yalnızca temiz yürekle sevebilmek… Tuzun ve son güllerin kokusunu içime çekmek istiyorum. Sözlerimin ardındaki yüreğim hep aynı kalacak.
 
Uzun süre mahmur bir dalgınlıkla dikildim yağmurun altında. Islandım. Üşüdüm. Koluma giren olmadı. Bir daha üşüdüm. Kolunu ve gülüşünü esirgeme benden. Sürgünüm. Ürkeğim, kararsızım, çekimserim… Elimden tutmalısın. Aynı sözcükler, aynı cümlelere rağmen… Sevmek; bir akış, bir icat, bir kader, bir dil, bir buluştur Dağlım…
 
Gece, yine gece, yine sensizliğin kapısı. Gidenler var, içimden gidenler. Yaşadıkça kırgınlıklar, vazgeçişler, sabırlar biriktiriyor insan. Yaşadıkça unutuyor ve hatırlıyor. Yaşadıkça, azalıyor kelimeler.  Yaşadıkça dilsizleşiyor insan. Bazen, gün ortasında, eğreltiotlarından bir yatakta yatmayı düşlüyorum. Kalabalıklardan kaçıyorum, çünkü kalabalıklara düştüğümde daha bir yalnızlık hissi yaşıyorum.
 
Büyük bir cümle kurmuyorum, gerçeği söylüyorum: “Unutma, biz burada kendimizin ötesinde büyük bir amaç için bulunuyoruz.”
 
Bir de şu: “Bir üveyiği duyduğun zaman, bu birinin seni sevdiği ve bunu sana söylemek için üveyiği gönderdiği anlamına gelir.” Üveyiğin sesini duyuyor musun Dağlım?
 
Bir yaz akşamıydı. Günün gerginliği yüzümüzden silinmiş, bakışlarımız yumuşamış,  alçak sesle konuşuyorduk. Dünya sona eriyordu ve müzik hüzünlüydü.  Geçmişimizden başka bir şeyimiz kalmamıştı. Yalınlığı seçmiştik, aşırılığı ve kolaylığı değil. Kederli ve ancak sevgi dolu bir tavırla bana bakıyordun. Bakışlarında koşulsuz bir kabullenme vardı. Bu yalınlığın, bu saflığın içinde “insanoğlunun karmaşık sorunlarıyla bozulmamış bir sadelik buluyordu.” “Bu iletişim, herhangi bir insanın dudağından çıkabilecek sözcüklerden daha fazlaydı.” Çok mutluyken, susmaktan başka nasıl konuşabilirdik ki zaten. Paylaşma duygusunun tatlı sevinciyle, yalnızlığımız ortadan kalkmış, düşüncelerimize berraklık gelmişti. Dağlardan başka evimiz, sevgimizden başka gerçeğimiz yoktu. Yitirdiğimiz umutların kefaretini ödemiştik. Sonra gittin. Şimdi zaman zaman, gözlerimi kapayıp, yüzünü, gülüşünü, ellerini, mimiklerini, yürüyüşünü tutmak istiyorum. Tutamıyorum. Gözlerimi açıp gökyüzüne bakıyor, var olsun, varsın uzak olsun da, var olsun, mutlu olsun diye dua ediyorum.
 
Yaşamam gerekenleri yaşıyorum, ne eksik, ne fazla.
Çiçekleri okşayan ellerinden ve gönlünden dualar bekliyorum.
 
Allah esirgeyen ve bağışlayandır!