Dünya ölçeğinde insanlığı tehdit eden Pandemi dolayısıyla yine buruk bir bayram kutlayacağız. “Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir” (42Şûra:30) ayetinin açıkça ifade ettiği gibi bugün, mikroskopla ancak görülebilen bir korona mikrobu yüzünden insanlık, evlere kapanma acziyetine düşmüşse, kendi elleriyle yaptıkları küresel zulümden dolayıdır. Aslında küresel zulmün hâkim olduğu bir dünyada, korona tehdidinin de küresel olması doğaldır. Galiba bu doğal süreci hâlâ yaşıyoruz.
Şartlar ne olursa olsun biz Müslümanlar hamdolsun orucumuzu tuttuk, imkânlar ölçüsünde teravih namazlarımızı da -dünyanın bazı yerlerinde cemaatle, bazı yerlerde de evlerde- eda ettik. Sonunda, buruk da olsa bayram kutlamayı hak ettik. Çünkü hayat, kendi akışı içinde yaşanır.
Bayramlarımızın tarihî arka planına bakınca Peygamber Efendimizin, bayram sabahı güzel elbiseler giyinip mescide gittiğini,bayram namazına kadınlar ve çocukların da iştirak ettiğini,Efendimizin, bayram günlerini sevinç günleri ilan ettiğini görüyoruz.
Arapçada bayramın karşılığı “عيد/îd”dir. عيدsevincin paylaşılması anlamına gelir. Zaten bayramın bayram olabilmesi için sevincin ve güzelliğin paylaşılması gerekir. Rasûlullah (sav), bu sevinci en üst seviyede paylaşırdı.
Efendimiz (sav), her zaman arkadaşlarıyla görüştüğü gibi bayramlarda da onları evlerinde ziyarete gider, ikramlarını kabul ederdi. Kendisi de misafirlerine ikramda bulunurdu.
O, Müslümanlar arasında dargınlığı hoş görmemiş ve "Bir Müslüman'ın diğer Müslüman'a üç günden fazla dargın durması helâl olmaz."(Buhârî, Edeb, 57) buyurmuştur. Bayramı vesile edinerek dargınların barışmasını istemiştir.
Rasûlullah’ın sünnetindeki bayram kutlamaları böyle oluyordu.
İslam toplumlarında bayram kutlama örf ve âdetinde değişiklik olsa da hepsinin ortak paydası; “Bayramlarda sılayı rahmi/akraba ziyaretlerini gerçekleştirmekti.”Bunun başında da, birinci derece akraba olan anne, baba ve kardeşlerin bir araya gelerek bu ziyaretin hakkını vermesi gelir. Sılayı rahim inancının bilinçli bir şekilde toplumumuzda yer ettiği dönemlerde bunun hakkı veriliyordu. Bilinçli bayram kutlamalarında, uzak diyarlarda olanlar, bayram ziyareti için büyüklerin bulunduğu beldeye akın ederlerdi. Büyükler evde bekler, küçükler ziyarete gelirdi.
Şimdi bu hassasiyeti kaybettik. Algılarımız değişti. Gerçek hayat, yerini sanal âleme terk etti.Bayram ziyaretlerinin yerini, turistik yerlerde tatil yapmak aldı.Samimice gidip elini öpüp koklayarak dualarını alacağımız annemiz, babamız, kardeşlerimiz, amca ve dayılarımız, görüntülü ya da görüntüsüz telefonlarla aranarak durum idare edilir oldu.Tabir caizse bugün büyükler yorgun ve yatakta, küçükler Bodrum sahillerinde yatta.
Fransa’da, Milli Görüş camiasının önde gelen hocalarından Mustafa Mullaoğlu’ndan dinlemiştim: “Bir gün Almanya’da merkez binamızda odamda iken bir kişi geldi. Elinde bir kavanoza konmuş kül vardı. Bana dedi ki, ‘Hocam Annem Almanya’da tek başına yaşıyordu, ben de başka bir şehirde yaşıyordum. Annem evde ölmüş, komşular daha sonra haberdar olunca belediyeye bildirmişler, kimsesi olup olmadığını araştırıp benim adresime ulaşmayınca cenazesini yakıp külünü bir kavanoza koymuşlar.Daha sonraadresimi bulunca bu kavanozu bana, üzerine ‘annenizin cesedinin külü’ diye yazarak göndermişler. Hocam, işte annemin cesedi bu kavanozun içindedir. Ben ne yapmalıyım? Cenaze namazı kılınmayacak mı?’ dedi.”(Not: Artık Avrupa’da da cesetler, defnedilme yerine, yakılıp külü kavanoza konarak sahibine teslim edilmektedir.Bu uygulama giderek de yaygınlaşmakta.)
Bu olay, Batı toplumunda savrulmuş bir Müslümanın, ebeveynine karşı duyarsızlığının acı sonucudur. Türkiye’de de kendi mutluluklarını engellediklerine inandıkları için, yaşlı anne ve babalarını huzur evlerine bıraktıkları ve bayramlarda,“ha geldi ha gelecek” diye pencere önünde bekleyen yaşlılarımızın dramı da bundan farklı değildir. Evlatları şehirde yaşayan, kendileri de köyde evlat yolu bekleyen ama bayramları fırsata dönüştürüp tatil yapmaya giden evlatların durumu da savrulmaktan başka nedir ki?
İşte anne ve babayı kendi hallerine terk edip yalnızca eş ve çocuklarına kilitlenen insan sayısı çoğaldıkça, toplumda ne sılayı rahim hassasiyeti kalır ne de, bayramlar, bayram gibi kutlanır.Bütün bu ihmallerimizin nedeni; dünyevileşmektir. Bunun sonucu olarak da, aile büyüklerimizi işimize kurban etmekte, değerlerimizi kaybetmekte ve ilişkilerimizi mekanikleştirmekteyiz.
Öyleyse çözüm nedir?
Çözüm fabrika ayarlarımıza tekrar dönmektir. “Kişinin akraba ve yakınlarıyla ilişkisini devam ettirmesi, onları koruyup gözetmesi, yani sıla-i rahimde bulunması, dinimizin çok ehemmiyet verdiği esaslardan biri olduğu” inancına tekrar dönülmelidir. Çünkü akrabalık ilişkileri, Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân sıfatının bir tecellisi olarak, merhamet ve şefkat temelleri üzerine bina edilmelidir. Şu hadis-i şerif, bu hususta mühim bir ölçüyü dile getirmektedir:
“Akrabasının yaptığı iyiliğe aynısıyla karşılık veren, onları koruyup gözetmiş sayılmaz. Akrabayı koruyup gözeten kişi, kendisiyle alâkayı kestikleri zaman bile, onlara iyilik etmeye devam edendir.”(Buhârî, Edeb, 15; Ebû Dâvûd, Zekât, 45; Tirmizî, Birr, 10)
“Âhirette cezasını ayrıca vermekle beraber, dünyada Allah Teâlâ’nın çabucak cezalandırmasını en fazla hak eden günahlar, zulüm ve akrabayı ihmal etmektir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 43; Tirmizî, Kıyâme, 57; İbn-i Mâce, Zühd, 23)
Allah Teâlâ, akrabalarıyla bağını keserek onlarla ilgilenmeyen kişileri şöyle uyarmıştır:
“Onlar, Allah’a söz verdikten sonra verdikleri sözü bozarlar, Allah’ın gözetilmesini emrettiği kimselerle/akrabaylailişkiyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. İşte onlar, lânete uğramışlardır; cehennem de onlar içindir.” (13Rad:25)
Bu ayet ve hadisler, sıla-i rahimin/akraba ziyaretinin ehemmiyetini açıkça ortaya koymaktadır. İnsanlarımıza bu değerlerimizi tekrar kazandırırsak, dünyevileşme hastalığını asgariye indirmiş oluruz ve bayramlarımız da asıl bayramlara dönüşür. Gerçek bayramlara erişmek dileğiyle, buruk bayramınız mübarek olsun.