Araplar Mezarlığının kapısından içeri girdiğim anda başladı, yılların ötesinden bana seslenen duygularım kıpırdamaya. Hısımlarım, akrabalarım, komşularım, dostlarım, arkadaşlarım çoğunlukla burada yatıyorlar ve her biriyle ayrı ayrı hatıralarım olan aşina yüzler karşımda canlanıyorlardı. Hemen girişteki çeşmenin suyuyla serinleyen serçeler gibi beni de eski mahallemin insanlarının başuçlarında duran taşlarda yazılı isimler selamlıyor, selamete, sükûnete çağırıyorlardı. Her taş bir yüz oluyordu, silkinip kalkıvereceklermiş gibi bir his doğuyordu içime. Hangisine baksam Anılarımın kahramanlarını, çocukluğumun, gençliğimin şahitlerini görüyordum kabartılmış topraklarında.
Anneannem, Bilal dedem bin yıllık ölülerin arasında bin yıldır yatıyorlarmış gibi yatıyorlardı orada öylece. Sanki anneannem, daha dün “Aman yavrum namazını kıl, harama el uzatma, insanlara karşı merhametli ol” diyen o değilmiş gibi sessizce duruyordu. Ya Bilal dedem! O çarşıdan getirip de fındığı, fıstığı, bademi, kuru üzümü önüme döken o değildi sanki. Şu kamelyanın arkasında yatan İsmail Dede, niçin hiç yaşamamış gibi öylece kıpırdamadan duruyor toprağın altında? Ama o söylemişti değil mi? Ah dünya boşmuş! diye. Ya sen Hasan Amca bir daha anlatmayacak mısın o güzel kıssalarından? Bir atasözü, bir tekerleme deyivermeyecek misin? Sohbetlerimizi o güzel şakalarınla, nüktelerinle süslemeyecek misin? Beraber içtiğimiz çaylar gibi demli hayat pusulası nasihatlerinden vermeyecek misin?
Mezarlıkta ilerledikçe karşıma çıkan her şeyde bir insan, bir hatıra canlanıyordu; Kimin ne zaman diktiğini bilmediğim bir dut ağacından dökülen beyaz dutları görünce aklıma düşüverdi Kuru Enişte. Her yaz bahçesindeki o dut ağacından bir kapa toplayıp benim oturduğum gölgeliğe getirip de mahallenin bütün çocuklarını çağırarak ikram ettiği o beyaz dutların lezzetini nasıl unuturum? Birlikteliği, paylaşmanın tadını, bir dut tanesini bile israf etmeden tüketmenin mutluluğunu nasıl gönlümün en derinlerinde hissetmem… Oysa Kuru eniştenin hayatı ne kadar zordu, beş evladında üçünün gözleri doğuştan amaydı. Onları işe yerleştirmek, evermek, çoluk çocuğa karıştırma çabasıyla uğraşır dururdu.
Her adımda eski Araplar sanki yeniden kuruluyor, her mezardan bir sevgi dolu bakış üstüme siniyordu. Kimi kapı komşumuz, kimi bir sokak ötede oturanlardan, kimi cıngırığın oradan, Evler Ucundan, Saksan Sokağından, Tekkeli Bahçeden, çiçekli avlulardan, ahşap kapılardan çıkıp geliyor, bana o günlerin havasını solutuyorlardı. Bisikletçi Mustafa abi, Kamyoncu Kara Mustafa amca, Çaldereli Bayram Ağa, beni yazı hayatımda her zaman destekleyen, kendi tabiriyle Araplarlı sarı Siyit (Seyit Küçükbezirci) ve daha niceleri bir sessizliğin içine dalmışlar öylece duruyorlardı. Bir safta namaz kıldığım, bayramlarda ellerini öptüğüm, düğünlerinde pilavlarını yediğim, cenazelerinde acılarını paylaştığım büyüklerim, küçüklerim, dostlarım, arkadaşlarım… Bazıları yaşlanmış, iyice kocamış öyle ölmüş, bazıları erkenden ölüp gitmiş O güzel insanlar.
Bu halet-i ruhiye ile dolaşırken kabirler arasında bir delikanlı gelip, o eski komşularımdan birinin isminin yazılı olduğu kabir taşını yıkamaya, toprağının üzerinde açan çiçekleri sulamaya başladı. Aslında orada yatan komşumun da öldüğünü duymamıştım, taşındaki tarihe göre 2 yılı biraz geçtiğinİ görüyordum. Delikanlı ile biraz konuştuk. Kısaca şunları anlattı delikanlı: “Bu mezarda benim dedem yatıyor, bundan üç yıl önce eski evini müteahhite verdi. Aslında hiç istemiyordu ama etrafındaki komşu evler bir bir yıkılınca ev ortada kaldı, vermek mecburiyeti doğdu. Üstelik ninem de vefat etmiş, yalnız kalmıştı, babamlarla beraber Karkent’ten bir apartman dairesine taşındılar. Ama dedem katta oturmaya hiç alışamadı. Her görüşmemizde onu daha mutsuz, daha çökmüş görüyordum. Elimizden de bir şey gelmiyordu. Bir akşam yemeğinden sonra fenalaşmış, hemen hastaneye kaldırmışlar. Ben hastaneye vardığımda ölüm haberini aldım.” Gözümün önünden o komşumun sağlığındaki hayatından anılar geçti. Bir devlet kurumundan emekli olduğu günü hatırlıyorum. “ Artık bahçeyi ekeceğim, asmanın altında çayımı içeceğim, camiden eve, evden camiye yaşayıp gideceğim.” demişti. Demek hayal ettiği bu güzellikleri çok da yaşayamadan göçüp gitmişti. İçime bir karanlık çöktü, tekrar mezarlığın dışına doğru geldim. O serçelerin su içtiği çeşmeden avuçlarımla yüzümü yıkadım, ancak serinliğini yüzümde hissetmekte zorlanıyordum. Tekrar kabirlerin olduğu iç kısımlara doğru dönüp bütün ölülerim için bir Fatiha daha okuyup dışarı çıktım.
İçeride yatanları Araplar’ı yoktu dışarıda bir Ak Cami, bir de eski çeşme; hepsi o kadar…
Sevgiyle kalın.