Mübarek Ramazan'ın 12. Günü
"Hayvan besleyenler hayvanlarının zekâtını, ziraatle meşgul olanlar da mahsüllerinin uşrunu vermelidirler ki, bu, Cenâb-ı Hakkın emridir. İnce düşünülürse, ihmalinde fakirlerin hakkı verilmediği için bu emri yerine getiremeyenler zâlimlerden olmuş olabilirler."
Ayet:
Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla;
Allah Müminleri bulunduğunuz hal üzere bırakacak değildir, nihayet murdarı temizden ayıracaktır. Allah size gaybı bildirecek de değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer (gaybı ona bildirir). O halde Allah'a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız sizin için büyük bir mükâfat vardır.
Allah (C.C.) ne güzel söyledi.
(Al-i İmran Suresi, 179. Ayet )
Hadis:
Allah’ın Resulü Hz Muhammet (S.A.V.) şöyle buyurdu;
Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmanına teslim etmez. Kim, Mümin kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Kim Müslüman’ı bir sıkıntıdan kurtarırsa, bu sebeple Allah da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim bir Müslüman’ın kusurunu örterse, Allah da Kıyamet günü onun kusurunu örter.
Allah’ın Resulü Hz. Muhammet (S.A.V.) ne güzel söyledi.
(Buhârî, Mezâlim, 3- Müslim, Birr, 58)
Dua:
Allah'tan başka ilâh yoktur. Mülk O'nundur. Hamd O'na mahsustur. Ve O her şeye kadirdir. Ey Rabbimiz Sana secde ederek ve Sana hamt ederek senden istiyoruz;
Ülkemiz ve Ümmet kâfirlerin yönetiminden kurtulamasın diye fitne oluşturan, devletimize, milletimize, hükümetimize, başımızdaki sadık yöneticilerimize saldıran, onlara tuzaklar kuran kâfirleri ve onların işbirlikçilerini, helak ettiğin zalimler gibi helak et.
Müslümanlara akıl, fikir, feraset, iman ve ihsan nasip eyle. Birlik ve dirlik nasip eyle.
Âmin
Abbas İbn Abdülmuttalib
Peygamber Efendimizin (sav) amcasıdır. Müslümanlar tarafından kurulan en büyük imparatorluklardan biri olan Abbasiler Devleti, onun adına izafeten bu ismi almıştır.
Müslüman olduğu halde uzun süre Mekke'de kalarak müşrikler arasında yaşadığı, toplantılarına katıldığı ve ilgili konularda Peygamber Efendimizi bilgilendirdiği nakledilmiştir. Künyesi Ebü'l-Fazl Abbas bin Abdülmuttalib bin Haşim el-Kureyşi’dir.
Peygamber Efendimizden tahminen iki-üç yaş büyük olan Abbas, 568/9 tarihinde Mekke'de doğdu. Peygamber Efendimizle akran olması hasebiyle birlikte büyüdüler. Cahiliye döneminde Kâbe’yi ziyarete gelenlere su dağıtma ve ziyafet verme görevi kendi ailesi tarafından yerine getirilirdi. O da bu görevi ağabeyi Ebu Talib'den devraldı. Dolayısıyla bu görevi daha küçük yaşlardan itibaren yapmaya başladı. Genç yaşta ticarete atıldı. Ebu Talib ekonomik sıkıntı çektiği için Peygamber Efendimiz Hz. Ali'nin himayesini üstlenmiş ve amcasının yükünü hafifletmeye çalışmıştı. Abbas da diğer kardeşlerden ve aynı zamanda yeğeni olan Cafer'i himayesine aldı.
Abbas'ın İslamiyet'in ilk günlerinden itibaren Müslüman olduğu ancak, bunu gizlediği ve kimsenin bilmediği nakledilmektedir. Müşriklerin arasında bulunmaya devam ettiği gibi, Peygamber Efendimizi (A.S.V.) himaye etmekten ve kollamaktan geri durmadı. Müslümanlar aleyhinde yapılan toplantılara katılarak, gerekli gördüğü durumlarda Peygamber Efendimizi bilgilendirdiği ve durumdan haberdar etti.
Abbas'ın Peygamber Efendimizi kollayıp gözeten durumu, Bedir Savaşı'ndan sonra farklı bir boyut kazandı. Bu savaşta Müşriklerin arasında yer almasının kendi arzusuyla olmadığı ve onlarla birlikte savaşa katılmak zorunda kaldığı şeklindeki görüş kabul görmektedir. Bu savaşta Peygamber Efendimizin, Müslümanları onu öldürmemeleri konusunda uyarması da dikkat çekicidir. Nitekim savaşta Müslümanlar tarafından öldürülmeyerek esir alındı.
Peygamber Efendimiz fidye ödemek zorunda olduğunu kesin ifadelerle bildirdikten sonra, üzerinde bulunup el konan paraların fidye olarak kabul edilmesini istedi. Ancak, bu paralar ganimet sayıldığı için teklifi kabul edilmedi. Bunun üzerine Abbas, parasının olmadığını bildirdi. İşte tam bu esnada Peygamber Efendimiz; "Mekke'den çıktığın gün, hanımın Ümmü'l-Fadl'a teslim ettiğin altınlar! O esnada yanınızda ikinizden başka kimse yoktu. Sen o zaman hanımına, bu seferim esnasında başıma ne geleceğini bilmiyorum. Şayet başıma bir felaket gelir de geri dönmezsem, şu kadarı senin içindir. Şu kadarı Fadl için, şu kadarı Abdullah için, şu kadarı Ubeydullah için, şu kadarı da Kusem içindir" şeklindeki konuşmalarını kendisine hatırlattı. Bu hadise karşısında hem Abbas hem de hazır bulunanlar şaşkınlıklarını gizleyemediler. Çünkü Abbas söylenenlerin hepsinin doğru olduğunu ve eşiyle kendisinden başka hiç kimsenin o paralardan haberi olmadığını söyledi. Kimin bildirdiğini sorunca da, Peygamber Efendimiz, Cenab-ı Hakk'ın kendisine bildirdiğini söyledi.
Hz. Abbas hakkında genel kanaat, Bedir Savaşı'ndan çok daha önce Müslüman olduğu şeklindedir. Onun müşrikler arasında yaşamasının da, Müslümanlar aleyhinde tertiplenen planlardan Müslümanları haberdar etmesi göz önünde bulundurulduğunda, büyük önem arz ettiği görülmektedir. Ayrıca, bu hadiseden sonra da Medine'de kalmayarak tekrar Mekke'ye dönüp, Mekke'nin fethi için önemli katkılar sağlamıştır.
Hz. Ömer (ra), kıtlık zamanlarında onu yanına alarak yağmur duasına çıkardı. Dua ederken de; "Yâ Rab, bu senin habibinin amcasıdır. Onun yüzü hürmetine yağmur ver'" dedikten sonra yağmur yağardı.
Hz. Abbas'ın on üç evladı arasındaki en meşhuru ve Abadile-i Seba'dan olan oğlu Abdullah'tır. Kendi adıyla anılan Abbasiler Devleti'nin halifeleri onun bu oğlunun soyundan gelmişlerdir. Önemli özelliklerinden bazıları beyaz tenli olması, gür sesi ve köle azat etmekten büyük mutluluk duymasıdır. Bereketli bir ömür yaşadıktan sonra 653 tarihinde Medine'de Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Allah ondan razı olsun.
Alâeddin Attâr (K.S.)
Buhârâ’da yetişen evliyanın büyüklerindendir. Adı, Muhammed bin Muhammed Buhârî’dir. Şâh-ı Nakşîbend Buhârî (k.s.)’un hem talebesi, hem damadıdır. Doğumu ile ilgili kesin bilgilere rastlanmamaktadır, 1320’li yıllarda doğmuş olabileceği üzerinde durulmuştur. Buhârâ’nın Çağanyân nahiyesinde 1400 (h.802)’de vefât etti.
Babası, Buhârâ’nın zengin eşrâfından olan Alâeddîn-i Attar (k.s.) çocukluğundan itibaren zenginliğine rağbet etmeyip, fakirler gibi yaşamaya çalıştı. Küçük yaştan i‘tibaren medrese tahsîline başladı. Babasının vefâtından sonra, Şâh-ı Nakşîbend Bahâeddîn-i Buhârî (k.s.)’a talebe oldu ve onun kızıyla evlendi. Bu büyük zâtın sohbetinde yetişerek tam bir velî oldu. Hocasına teslîmiyet ve bağlılıkla hizmet etti. Hocasının emriyle nefsini terbiye etmek için odun topladı ve pazarda elma sattı.
Şâh-ı Nakşîbend Buhârî hazretleri henüz hayatta iken, bütün talebesinin yetiştirilme işini Alâeddîn-i Attâr (k.s.)’a bıraktı ve buyurdu ki: “Alâeddîn, bizim yükümüzü çok hafifletti.” Çok talebe yetiştirdi. Seyyid Şerif Cürcânî, Muhammed Pârisâ, Yâkûb-i Çerhî gibi âlim ve velîler Alâeddîn-i Attâr (k.s.)’un yetiştirdiği talebelerdendi. Seyyid Şerîf Cürcânî diyor ki: “Alâeddîn-i Attar hazretlerinin sohbetine kavuşunca, Rabbimi tanıyabildim. O zamana kadar câhildim.”
Buhârâ’da, Allâhü Te‘âlânın cennette zamansız ve mekansız olarak görüleceğini isbât etti. Hastalıkları esnasında talebelerine, birlik ve beraberliği, Peygamber (s.a.v.) Efendimizin yolundan ayrılmamayı ve sohbete devam etmeyi tavsiye etti. Nakşibendî yolunun “Alâiyye” kolu onunla başlar. Dünyâ malına meyletmezdi.
“Hakikat, zenginliğin gösterişinden korkmak ve titremek gerektirir. Zenginlik taslamamalı, Allâhü Te‘âlânın verdiğine şükretmelidir. Bir âlimi ve evliyâyı ziyâret etmekten maksât, Allâhü Te‘âlâya yönelmektir. O büyüklerin rûh-ı şerîflerini tam bir yönelme île ziyâret etmek, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına kavuşmaya vesiledir. Nitekim görünüşte, halka tevâzu‘, hakîkatta Hakk’a tevâzûdur. Çünkü insanlara tevâzu‘ göstermek, Allâhü Te‘âlânın rızâsı için ise makbûldür. Evliyâ ile sohbet, aklın artmasına sebeptir.” buyurmuşlardır.
Müridin gönlünün ilahi feyizlere açılması için önce gönlünün mürşid sevgisi dışında herşeyden ve özellikle bu sevgiye engel olan şeylerden tertemiz olması gerektiğini, mürşid sevgisi gönlünde yer edenin kalbine ilahi feyizlerin sağnak sağnak ineceğini söylerdi.
Eğer bir müridin gönlüne feyiz gelmiyorsa kusur feyizde değil, feyizlere talib olan müriddedir. Çünkü feyiz, ürkek ceylan gibidir. Yabancılar ve engeller onu ürkütüp kaçırır. Ayrıca mürid, bütün hallerini mürşidine açmalı ve şuna inanmalıdır: "Gayeye ancak mürşidin sevgisi ve rızası sayesinde varılabilir." Bu yüzden müridin ilk görevi mürşidini hoşnud ve razı etmektir.
Nakşîlik yolu edeb yoludur, sohbet yoludur. Bu yüzden bu yolun varisi olan Alaeddin Attar'ın şu sözleri ilgi çekicidir: "Tasavvuf erbabının kalplerine eziyet verecek bir iş yapmaktan sakın. Onlarla düşüp kalkarken, aralarına katılırken uyulması gerekli edebi unutma. Onların sohbetine katılmadan edeplerini öğren. Çünkü "edebi olmayanın tarikatı da olmaz." Tarikattan, tasavvuftan istifadenin yolu sohbetten geçer, sohbet de edeble olur. Sakın kendini edebli görmeye kalkışma. Çünkü kişinin nefsinde edeb vehmetmesi de sü-i edebdir."
Tevbe ve kulluk şuuru arasında şöyle bir ilişki kurardı: "Tevbenin sağlam oluşunun alameti, ibadete kulluğa meyil duymaktır. Masiyet ve günahtan kaçmaktır. Yüce Rabbimiz, nefse iyiliklerini de kötülüklerini de ilham eder. Eğer tevbe sağlam ve makbul olursa insanın gönlüne güzel ilhamlar gelir. Kul gönlünde güzel ilhamlar ve taate meyiller bulursa haline şükrederek bu ilham ve meyillerin gereğini yerine getirmelidir. Eğer gönlünde kötü ilhamlara yer bulur ve o tarafa meyil hissederse hemen Allah'a sığınıp tevbesini yenilemeli ve ağlayıp gözyaşı dökmelidir.
-Rahmetullahi aleyh-
Zekât Arındırır
Makale: Sâdık Dânâ
İslâm dini cemiyet nizâmını manevî ve maddi olmak üzere iki temel üzerine kurmuştur.
Müslümanın namazı, evrâd ve ezkârı cemiyetin manevi hayatını tanzim ederken, Müslüman olan zenginlerin verdikleri zekât ve malî ibadet de maddi nizamı tesis etmektedir.
Kur'an-ı Kerim'in 28 yerinde namaz kılmakla zekât vermek beraber zikredilmiş.
Peygamberimiz sallâllahü aleyhi ve sellem efendimiz ehemmiyetine binaen tebliğ ve talimlerinde bu ikisini birbirinden ayırmamıştır. Hatta o kadar ehemmiyetlidir ki kendilerine yapılan bîatlarda zekâtı, husûsiyle tasrih buyurmuşlardır.
RasûlüEkrem sallâllahü aleyhi ve sellem efendimiz:
- "Kim malını korumak istiyor ise zekâtını versin" buyurmuşlardır.
EbûHüreyre radıyallahu anh'dan:
Resûlullahsallâllahü aleyhi ve sellem'in vefatı üzerine Ebû Bekir radıyallahu anh halife olup arapların bir kısmı dinden dönünce (Zekât vermemekte direnince) Hazreti Ebû Bekir radıyallahü anh, onlarla savaşmaya karar vermişti. Bunun üzerine Hazreti Ömer;
- Ey Müslümanların halifesi! Bunlara karşı nasıl savaş açarsınız? Halbuki Resûlullah sallâllahü aleyhi ve sellem "Allah'dan başka gerçek ilâh yoktur" deyinceye kadar insanlarla savaşmaya memur edildim. Kim ki "Allah'dan başka ilah yoktur" düsturunu kabul ederse, insan hakkı müstesna olmak üzere, malını canını benden kurtarmış olur; içlerindeki gizli küfür ve günahlarından dolayı olan hesaplarına gelince o hesâbı görmek Allah'a kalmıştır, buyurdu diye itiraz etti.
Hazreti Ebu Bekir radıyallahu anh cevaben:
- Vallahi! Namaz ile zekâtı birbirinden ayıran kimse ile hiç bakmam savaşırım. Çünkü (Namaz bedeni bir vazife olduğu gibi) zekât da malî bir haktır, Allah'a yemin ederim ki, bunlar, Resûlûllah'a vermekte oldukları deve yularını bile benden esirgeselerdi, bu yüzden onlara harb açardım. Buyurdu.
Bunun üzerine Hazreti Ömer radıylallahü anh:
- Vallahi anladım ki, dinden dönenlerin katli hususunda Ebû Bekir'in hükmü, Allah'ın onun gönlünde yarattığı, engin bir anlayışın eseridir. Bu sâyede Ebû Bekr'in düşüncesinin doğru olduğunu anladım. Dedi.
Zekât'ın Hikmetleri:
Zekât insanı aşırı ihtiraslardan kurtarır. İyilik yapmaya alıştırır. Şefkat hislerini kamçılar, yükseltir ve kemâle erdirir.
Zekât, Cenabı Hakka karşı malî bir şükür olmakla, malın artmasına vesile olur. Ve insanı (Şekûr) olan Allah'a yaklaştırır.
Zekât, fakir ile zengin arasında bir ahenk tesis eder. Fakirdeki kıskançlık duygularını yok eder. Dolayısıyla fakirle zengin, dost olmuş olur.
Zekât, içtimâi dengeyi sağlar, malın faydasız şekilde elde tutulmasını önler. Cemiyet fertlerini birliğe sevk eder ve cemiyeti temizler.
Bu sayılan fâidelerinin bir kısmı ferdî, bir kısmı ictimaîdir. Bunları da şu cümlede hulâsa etmek mümkündür.
İnsan yaradılışı itibariyle dünyaya meyyaldir. Dünya malı ise çekicidir. Ona kapılanlar doymak bilmezler. Mal yığıldıkça insanın hırsı artar, muhteris olur. Gözünü madde ve mal hırsı bürümüş olan insanda merhamet ve şefkat hissi azalır. İyilik etmek ona zor gelir. Böyle insan ruhen hasta, bedenen ıstıraptadır. Zekât bu gibi içteki hastalıkların devâsıdır.
Hatasını bilip istiğfar edeceği yerde, kalbinin kararması dolayısıyla (Ben çalıştım kazandım) kanâatıyle fakirleri hor görür. Dar görüşü sebebiyle, çok bilgili, çalışkan insanların dünyevî nasibleri kısır olduğu için fazla servete malik olamadıklarını düşünemez.
Namazını kılıp orucunu tutan hattâ nafile ibâdetlerle meşgul olan Müslüman kardeşlerimizin yekûnlu bir kısmı Cenâb-ı Hakk'ın bu emrini yerine getirmekde tekâsül göstermekdedirler. Hâlbuki zekât vermek hakkını sahip olan her Müslüman, her sene başında malının hesabını yapıp o ne içinde geciktirmeden, zekât vermesi icâb eden kısmının 40’ta 1’ini verecektir.
Hayvan besleyenler hayvanlarının zekâtını, ziraatle meşgul olanlar da mahsüllerinin uşrunu vermelidirler ki, bu, Cenâb-ı Hakkın emridir. İnce düşünülürse, ihmalinde fakirlerin hakkı verilmediği için bu emri yerine getiremeyenler zâlimlerden olmuş olabilirler.
Hürve âkil baliğ olup nisâba malik olan her Müslüman’ın zekât vermesi farz kılınmıştır. Nisâb Şöyledir: 20 miskal yani 80,8 gram altın ve yahut 200 dirhem gümüştür. Yahut o değerde eşyadır. Oturulan ev, kullanılan araba, ev eşyaları ve zarûrî ihtiyaç maddeleri müstesna. Kadınların da altınları hesaplanır ve onların da zekâtı verilir.