Yatarı kaç ulan!

Dr. Ramazan Tuzla

Devletin varlık sebebinin gereği olarak yaptığı işlemlerin çerçevesinin çizilmesine binaen söylenmiş en güzel sözlerden biri, ‘devletin dini adalettir’ sözü olsa gerektir.

Dilimize pelesenk olmuş bir diğer söz, ‘adalet mülkün temelidir’ sözüdür. Buradaki mülkün ‘devlet’ olduğunu söylemeye gerek yok, sanırım.

Devlet, hak olanı tahakkuk ettirmek ve haklı olanın güvenini tahkim etmek için kurulmuş bir düzendir. Devlet, bu kadar basit olmalıdır.

Şu tanım birçok kez bu satırlarda yapıldı. Tekrardan zarar gelmez: Adalet, insan dahil her şeyin hak ettiği yere konulması, doğru yerde konumlandırılmasıdır.

Bunu yapacak olan yegâne güç, devlettir.

Adaletin zihindeki karşılığı, cezanın orantısı ile doğrudan alakalıdır.

Adalet yerini buldu’ sözünü söylerken, daha çok, ilgili kişinin hak ettiği cezayı aldığını kastederiz. Genel algılama sanırım böyledir.

Bu yazı da böyle bir merkeze oturmaktadır.

Başlığımız da aslında buna işaret etmektedir.

Devlet; oluşturduğu adalet sistemi ile yücelmek, kaleme aldığı kanunları ile haklıya ve mağdura ümit olurken suçluya korku olmak, ortaya koyduğu uygulamaları ile güveni tahkim etmek zorundadır.

İnanmış bir insan, imanını nasıl gözü gibi koruma kaygısıyla yaşarsa, büyük devlet de adaleti korumak için varını yokunu ortaya koyarak mücadele eder.

Bu benzetme, aslında devletin dininin adalet olduğunu ifade eden giriş cümlemizin haklılığını ne de güzel ortaya koymaktadır!

Bugüne kadar, olmaması gereken neler oldu?

Devlet, ‘yatarı kaç ulan’ diyen bir aymazlığa tırnak kadar olsa bile cesaret vermemeliydi.

Suçu işleyen kişi bir daha güneş yüzü göremeyeceğini bilmeliydi ve sergileyebiliyorsa o zaman bu cesareti sergilemeliydi.

Hele insan canına kastetmiş bir şahıs, değil güneş yüzü görmek, işlediği suçtan sonra artık nefes alabileceğinden bile emin olmamalıydı.

Kadim kanun olan ‘kısasta hayat vardır’ ilkesi ayaklar altına alınmamalıydı.

Güçlü devlet, ‘suç makinesi’ diye bir kavramın oluşmasına ve konuşulmasına izin vermemeliydi.

Adaleti ilke edinmiş devlette, suçu işleyen kişi, bir başka suçu işlemeye takat bulamamalıydı.

Adalet, ahlaksızların elinde ‘kendini kışın devlete besletme’ aymazlığına döndürülmemeliydi.

Devlet, hava şartlarının zorluğundan etkilenmemek için suç işleme mevsimi kollayan kişilerin elinde oyuncak olmamalıydı.

Caydırıcılık kavramı, ceza kanunlarının paçasından akan bir kepazeliğe dönmemeliydi.

Suçlu, işlediği suçun cezası ile karşı karşıya kalınca değil, suçun cezasının ne olduğunu okuyunca donup kalmalıydı.

Yargılama, suçun cezasının ne olduğuna hükmetmek için değil, olayın gerçek olup olmadığını ve gerçekse sebeplerinin ne olduğunu ortaya koymak için yapılmalıydı.

Dört lafında beş yalan olan ‘uzlaştırmacı’ adındaki şahısların ‘uzlaştırma şampiyonu’ olduğu bu topraklarda, adalet ve yargılama sistemi bu kadar ayaklar altına alınmamalıydı.

Okuldan yeni mezun olan çocukların, yardımcılığı bile olmayan hakimlik mesleğini sadece bir sınav ile iktisap ederek, daha çocuk yaşta adalet dağıttığı bir yargılama sistemi olmamalıydı.

Geldiğimiz noktada kimse kimseyi kandırmasın.

Yatarı kaç ulan!’ aymazlığının yaşandığı bir ülkede kimse adaletten ve ceza kanunlarının topluma güven verdiğinden, haklının ve mağdurun ümidi olduğundan bahsedemez.

Geçtiğimiz günlerde devletin ceza kanunlarının suç makinesi haline getirdiği bir şahıs, gencecik bir delikanlıyı, bir öğrenciyi, ailesine destek olmak için kuryelik yapan tertemiz bir evladı katletti.

Çok sayıda suçtan sabıkası olan bu şahsın son cinayetindeki acıyı, devletin dindirebilmesine imkan yok artık.

Rabbim, hiçbir anne babaya böyle bir acı yaşatmasın, duasını yaparız yapmasına da böyle bir acının bir daha yaşanmayacağına dair tutunabileceğimiz bir dalımız, ümit olabilecek bir kanunumuz yok, maalesef.

Adaleti tesis için varlık bulan devlet, varlık sebebine mugayir bir ceza ve infaz mevzuatı ile malul durumdadır.

Bu yazımızla, sadece cezaların azlığından ve bu acziyetten aymazlık devşirenlerden şikayet ettiğimiz sanılmasın.

Tek suçu genç yaşta evlenmek olan insanların zindanlarda çürütüldüğü, üç ay evli kalıp da ömrünün sonuna kadar nafaka ödemek zorunda bırakıldığı bir ülkede, anlıyoruz ki ceza kanunlarının ceza vermekten daha önemli fakat gizli görevleri ve ajandaları var.

Toplum, bu kanunlar ile ifsat mı ediliyor acaba?

Mevla, sonumuzu hayr eylesin!