Soğuklar olgunlaşmaya durdu. Havaların “mübarek” olduğunu öğrendiğim günlerden bu yana üşümüyorum Dağlım. Üşümüyorum çünkü insan gerçektir ve gerçeği sever. Gerçek ki ilahi olandır ve gerçekler ruhumuza da uygundur Dağlım. Soğuk hava ve sen, özlem ve sen, yazı ve sen… Hepsi gerçek. Gerçekleri ve seni seviyorum Dağlım.
Yine onlarca kitap aldım Dağlım. Masamın üzerine yaydığım kitapları yeniden gözden geçiriken kitabın birinin arkasında şöyle bir ifade vardı: “Artık güneşin altında yeni bir şey var!” Sanırım yazar, ilgiyi arttırmak için böyle bir slogan belirlemiş. Asıl diyeceğim bu değil. Ancak bu cümleye takılıp kaldım. Güneşin altında yeni bir şey var! Okudum, yeniden dura dura okudum ve düşündüm. Kanaatim odur ki güneşsin altında yeni bir şey yok. Dünya ve güneş var olalı beri dünyada yani güneşin altında hak ve batıl, güneşin altında merhamet ve zulüm, güneşin altında sevenler ve sevmeyenler var. Güneşin altında sen ve ben varız. Gerçek! Güneşin altında sevmek var. Gerçek! Ben seni seviyorum Dağlım. Gerçek!
Bir ormandaydım, ürkek bir gazalla tanıştım. Dağ lalesi, katır tırnağı, çiğdem çiçekleri vardı. Bahardı. Zamandışı bir sevinç yaşıyordum. Rüya değildi. Ilgın ağaçlarının gölgesinde uyuyordum. Uyandım ve yürüdüm sana doğru. Sen ışıklar içindeydin.
Geldin. Yüzünde merhamet yüklü bir gülümseme, kırılgan ve şımarık bir güzelliğin vardı. “İçlerinde dünyanın tüm güzellikleri saklı siyah gözlerinle” ne güzel seviyordun. Sabahın pembesi ve mavi ışıkları içinde hem duru hem dengeli bir uyumla bana doğru yürüyordun. Kumruların dem çekişini dinliyordum. Itırlı bir sessizliğin içinde, seninle dolu bir denizde yüzüyor gibiydim. Özlemek gerçekti. Özleneni affediyordum. Özlenen hazinemdi ve çok güzeldi.
Anlatıyordum: “Sahip olmadığımız adaleti, tatmadığımız merhameti, görmediğimiz saygınlığı, var olmayan dindarlığı ve adını bile duymadığımız dürüstlüğü överler. “Övgüleri unut, övgüler seni geliştirmez, gülünç ayrıcalıklara sarılmak da zayıfların işidir, diyordum. O güzel gözlerinden merhamet dökülüyordu. Ben diyordum, sen daha fazlasını yapıyordun. Öylesine mutluydum ki tutup sana, “Dün gece sana yar hanesinde, yastığım bir taş idi…” türküsünü söylüyor, sonra, “Bu taş iyi, bu taşta kardeşlik var.” diyen ustayı hatırlıyordum. Taşta gerçekti. Soylu olalım demiş ve susmuştuk. Soylu olmak; açı doyurmak, susamışa su vermek, çıplağı giydirmekti. Soylu olmaya birbirimizden başladığımızı da konuşmadan biliyorduk. Erdemlerimizi canlı tutmalıydık ve bunun yolu da belliydi: Hissedecek ve merhamet edecektik. Bütün bunlar da sevgimiz kadar gerçekti.
“Mutluluğa giden yol hakkında bilim adamlarıyla sıradan insanların aynı derecede cahil olduğunu görürsün.” Cahil değil vasat olalım Dağlım. Rabbimizin “vasatına”, Rabbimizin “ipine” sarılalım. Gecenin güneşi Ay’ın sakladığı şiirlerin peşine düşelim.
Bazen dağlara doğru yürüyorum Dağlım. Sanki kaybetmiş olduğum bir özgürlüğü arar gibi, sanki köyüme, sanki çocukluğuma döner gibi… Dağlara doğru yürürüm; kaybolmuş bir gezgin, inziva arayan bir derviş olurum. Yürürüm, dua ile türkü arasında bulurum kendimi. Yürürüm, seninle yürüdüğümüz demleri anar kollarımı açar ve ağaçlara doğru adını seslenirim. Yürürüm, toprağa sırt üstü uzanır da bulutların üzerinde uyurum.
Havanın sevgimle birlikte ısındığını ve giderek yaz günlerinin yaklaştığını görmek ne güzel. Bütün özlemime rağmen şükrettiğimde, yüreğim sonsuz bir umutla, özlemimi hafifleten bir umutla doluyor. Hep aklımdasın, hep karşıma çıkıyorsun. Dayman şükür!
(“Dayman şükür!” ifadesi, rahmetli annemin sıkça kullandığı bir ifadeydi ve ölümünden sonra kız kardeşim Nihayet Dergisinde “Dayman Şükür” başlığıyla bir yazı yazmıştı.)