Gün geçmiyor ki yeni bir yaranın sahibi olmayalım. Kaldı ki dünya, bir yaranın tamamıyla kapanmasına izin vermediği gibi yeni bir yaranın, her an açılacağına inandırmış durumda bizi. Biz sağaltıp iyileştirmeye çalıştıkça yeni sızılar sokuluyor usulca. Şikâyet mi etmeliyim sitayişle mi bahsetmeliyim garipsemiyor değilim azizim.
Yaşamak düşünce nasibimize, yara da açılacakmış illa. Bunu öğrendiğimizde büyümeye başlamıştık belki de. Her yara kendi acısını getirdi, her acı bir hikâye bıraktı arkasında. Kimi hüzün oldu kimi ince bir tebessüm. Bir uçurtmanın peşinde koşarken kuşlar gibi özgür, “sen uçamazsın” deyip takıldı ayağımıza bir taş, düştüğümüzde anladık sıkı sıkıya sarıldığımız kimi ipler, bizi yara bere içinde bırakarak gittiler. Arkasında kanayan bir yara, henüz tanımadığımız bir boşluk, bir yalnızlık kaldı ve biz kabuk bağlayan yaralarımıza sarıldık.
Başka yaramız olmasın derdine düşmenin beyhudeliği daha genç yaşımızda öğretildi. Öğretilen mi gerçekti hayal mi satıyordu devrin ve çağın akıl daneleri. Yara olacaktı olmasına da şifa niyetine salık verilenler neden merhem olmadı yaramıza?
Her yara aynı değildi, değilmiş nitekim. Uçurtmanın peşinde koşup düştüğümüzde “üf” yapan birileri oluyordu da aynı yaraya tuz basan ne istemişti çocuk yüreğimizden. Gençlik vardı misal yeni kavak yelleri sevda yellerine karışmış. Ne çok aslan parçası, ne çok yiğit düştü sevdanın en yücesine. Sevdaya düşmekte ne var azizim, karasına denk gelmeye gör sen. Bir yaradır ne ilaç iyi eder ne merhem iyi gelir. Ne bir türkü teskin eder ne bir dost çare gelir.
Yaralar açıldıkça büyüyüp koca adam olduğumuzu zannediyorduk ama her yeni yara yeniden öğretiyordu aslında; biz değiliz büyüyen sadece geçen senelerdi biten. Yaralar çoğaldı, kimisi iyi oldu unutturdu yerini kimisi iz oldu hep hatırlattı kendini. Yaramızı hatırlamıyorduk aslında, hatırladığımız sadece yarayı açanların böyle umarsız böyle vefasız olmalarıydı belki. Hani belki de birileri hicran bırakmış, birisi yüzüstü, diğeri tek başına koyup gitmiş öteki arkandan hançer sallayıp yitmişti.
Değil mi ki toprağa düştük her yara açılınca gönlümüze, kâh vatan oldu kâh memleket, kâh bir bayrak örtüldü tabutumuza kâh bir hilal taktılar alnımıza. Yine bir avuç toprak sarıldı yaramıza, nitekim dökülen kan değildi ağladığımız, kalan yaranın sızısıydı sadece.
Açıldıkça yaralar, anlamış olduk yaşamak kadar ve ölmek kadar gerçekti yaralarımız. Rızamız yoktu belki yaralanmaya lakin mecalimiz de bir yere kadardı işte. Kimisi çok derindi, kimisi çok ağır, kimi gül dikeni kadar kanattı kimi cam kesiği gibi acıttı. Kapanıp giden yaralardı çoğu ama hepsi bir iz bıraktı ve izler çoğaldıkça anladık gün geçiyordu ve bir sonu vardı yaralanmanın.
Şu ki mevzu, kimi yaraları neden arayıp bulmak ister insan? Hani küçük bir çizik, ağaçtan düştüğünde kalmış alnında, belki bir kurşun sıyırmış omzunun hemen altında, bir kavgadan kalmış ayağındaki derin çizgi. Onurlu bir meydan okumanın cesaretiyle, cenk meydanının kahramanı olarak “yaşamak” denen o büyük kavgaya tutuşmak hakiki yaralara talip olmak demekti. Talip olduğumuz o büyük kavganın varlığına birer şahitti belki de yaraların her biri.
Gün oluyor, farkında olmadan o yarayı arıyor ellerin, yokluyor bir mazi hatırasıyla. Sonra gönlüne gidiyor aynı ellerin; öyle ya nasıl da bir sızıdır o mıh gibi saplanan ve pervasızca dokunan, arar bulursun gönül yaranı. Bulduğun o yara, o küçük çizi, o çukurluk, o boşluk işte varlığına, yaşadığına bir delil değil de nedir? Yaralanmış olmak kalmışsa payımıza her yaramı arayıp buluyorum kanatırcasına.