Kendimizi kandırmak işimize geliyordu. Yanılıyorduk. Bugünün ‘insafsız’ gerçekleriyle kıyaslandığında gökkuşağı rengindeki geçmişimize sarılıyor, geçmişimizi dile getirmeye başlıyorduk. Oysa yaşadığımız gün de bir süre sonra geçmiş olacaktı. Bu süreli bir yanılgıydı. İnsan yaşadığı günü nimet bilmeli, yaşadığı günden anlam çıkaran olmalıydı. Zaman, insana verilen, sağlık gibi nimetlerden biriydi. Sağlığımız yerinde ancak zaman anlayışımız hastaydı.
“İyi bir yemekten sonra en iyisi bir uyku çekmektir” diyene karşı diğeri de “Kötü bir yemekten sonra ise uykudan hiç kalkmamaktır,” diyordu. Her bir espriye ciddi yaklaşılması gerektiğini söylemeyeceğim elbet. Ancak yemek ve uyku günümüz insanını haddinden fazla meşgul ediyordu ve gerçekte uyku gibi yemek de nimetti. El yıkayarak başlanılan, sonrasında yine el yıkadığımız, bismillah ile başlayıp elhamdülillah ile bitirirken çokça şükrettiğimiz olmalıydı. İçerikten ve sünnetten uzaklaşarak teferruatlarda, ayrıntılarda boğularak özden ve yemeğin nimet oluşundan uzaklaşıyorduk.
Aynı yolun yolcusu olduktan sonra ne isimlerimiz önemli oluyordu, ne meslek, ne şehir, ne de üzerimizdeki giysinin rengi… Yol, aramızdaki teferruatları ortadan kaldırıyor, konuşmayı azaltıyordu. Yol kendimize dönmenin adı, yol daha derin ve yoğun hissetmek oluyordu. Yolda, yürürken, elimizde olanların zekâtını verip vermediğimizi düşünüyor, başımız daha çok önümüze eğiliyordu. Yol terbiye eden ve öğreten oluyordu. Bütün kimliklerimizden önce hepimiz insandık ve en güzeli de buna inanmak, insanlara böyle bakmak ve bunu yaşamak değil miydi?
Sesimizi kulağımız işitsin diye bağırıp duruyorduk. Oysa sesimizi kulağımızdan önce yüreğimiz duymalıydı. Sesimizi yükseltmek, korkumuzun, kendimize güvenmiyor olmanın… Sesimizi yükseltmek, saygısızlığımızın, nezaketsiz oluşumuzun dışa vurmasıydı. Sesimizi değil sözümüzü, sesimizi değil merhametimizi ve sabrımızı yükseltmeliydik. Derdimiz haklı çıkmak, karşımızdakini alt etmek değil, hakkı ve güzeli söylemek olmalıydı. Birbirimize, Rabbimizin yanında da söyleyebileceklerimizi söylemeye çalışmalıydık. Affedenlerden ve kolaylaştıranlardan olmalıydık.
İnsanın sımsıkı yapışabileceği bir karara varması, ne iyiydi! Yüreğimizdeki bütün o sıkıntı, korku ve kararsızlığın yerine güven, huzur ve sükûn dolardı. Sevmek buydu. Sevmek eskimeyen ve ömür boyu geçerli olan bir kimlikti.
Bazen, “hepimiz aklımızı kaçırmışız” ancak bunu birbirimize söylemediğimiz için kendimizi akıllı, uslu zannediyorduk. Böyle düşünüyordum.
İnsan, duyduğu öfke ve nefreti, kini, kompleksini saklamak ve başkalarının hatalarını dile getirmek istediğinde ne çok şey buluyor, ne çok konuşuyordu.
Seni ilk gördüğümde… Sanki seni yıllardır tanıyormuşum gibi gelmişti bana. İnanabileceğim, güvenebileceğim birisiyle karşılaşmıştım. Gözlerine bakarken, gözlerinde bütün sevdiklerimi ve mutluluklarımı… Gözlerinde yaşadığın ve yaşadığım acıları da görüyordum. Acılarımızın üstü kader dediğimiz mutmain bir örtüyle örtülmüştü. Seni ilk gördüğümde, parlak güneş altında yeniden görmeye başlayan körler gibi etrafıma bakınmıştım. Bir fikrin açık seçikliğini, kararsızlıktan arınmışlığını yaşıyordum. Gözlerimin gördüğüne yüreğimi verebilirsem, dünyada anlamayacağım bir şey yoktu. Dünyanın ve eşyanın anlamından çok biçimlere, renklere, bir bütün içindeki benzerliklerine ve kayboluşlarına verebilirdim kendimi. Aramızdaki ilişki, hiçbir yanlış anlaşılmaya ya da sahte bir mahcubiyete yer bırakmayacak kadar içtendi.
İnsan bazı şeylere hiç dayanamayacağını sanır ilkin ama sonra bir şey olur, üzen, inciten, acı, yaralayan bir şey. Bunlarla yüz yüze gelince, acı, ıstırap, hüzün yüceltiyordu insanı ve insan ancak o zaman sahiden insan oluyordu. Acısız, sıkıntısız, dertsiz hayat yoktu. Marifet acı, dert ve sıkıntılarımızı yüreğimizde nereye koyduğumuzdu. Daima başkalarının hatalı ve suçlu olması kaderi hiç okuyamamış olmaktı.
Yazıyor, yazıyordum. Farkındayım. Bazen yol yöntem ve sıra gözetmiyor, konudan konuya geçiyorum. Eksiklerimi sen tamamla. Nasıl ki, sevgimi, coşkumu, düşündüklerimi dile getirecek kelimeler bulamaz da ellerini tutardım ve sen anlardın. Böyle sırasız ve düzensiz yazdığımda da ellerini tuttuğumu varsaymanı istiyorum.
Küçük kelimelerin ne çok şey açıkladığını ve ne çoğunu da gizlediğini de seninle öğrenmiştim.
Sevecenliksin. Hiç değişmiyorsun, her daim güzelsin.
Hayat, daha ilk baştan felaketlere ve yokluğa mahkûmsa hayatın ne anlamı kalır ki? Hayatın içinde sanatın, yazının, sevginin, erdemin, sabrın ve merhametin, hüznün ve huzurun, ibadetin ve duanın yerini nasıl unuturum?
Akşam, çıplak ayaklarıyla sessizce gelip dünyanın üzerine lacivert bir ağ sermişti.
Şimdi gece. Gece; dostum, sırdaşım.
Uzak bir geziden, uzak bir hasretten dönüp gelmenin mahmurluğunu yaşıyorum.
Sana uzak ülkelerden baharlar getirdim.