Akşam serinliğinde, evin önündeki çardağın altında oturmuş, aşağıdaki vadiye bakarken aklımdan birçok şey birden geçiyordu. Bütün herkesin haklı olduğu yerde adalet olmuyordu! Bunca kinle, bunca nefretle, bunca kavgayla nereye gidecektik? Bu yol çıkmaz sokaktı! Hava sıcak, manzara güzeldi ancak gönlüm soğuk, karanlık, pusarık duygularla cebelleşiyordu. Oysa ayaklarımın altında uzanan manzara harikuladeydi. İnsanın zihnindeki karanlık düşünceleri silecek, romantik duyguları öne çıkaracak kadar harikulade.
Bu saatte, güneşin çekilip de kendi yerini, akşamın kızıl renkleriyle sahilin beyaz neon ışıklarına bıraktığı şu anda, her taraf bir renk cümbüşü halini alırdı. Deniz ve ufuklar turuncudan mora, mordan maviye, maviden de koyu laciverte, hatta siyaha kadar bütün renk tonlarına boyanırdı. Karanlık iyice çökünce insan eli değmiş, insan icadı renkler ve ışıklar devreye girerdi. Sarı, yeşil, pembe, kırmızı, beyaz, mavi, renk renk, şekil şekil neonlar, tabelalar yanmaya, sahili boydan boya, bir şerit gibi denizden ayırmaya başlardı.
Yaşamımız, giderek, içinde armağan bulunmayan süslü paketlere benziyordu. Yıllar önce bayan bir arkadaş şöyle demişti; çul, çaput ve kokuyla yaşıyoruz. Uzak yakın, parlak sönük, binlerce yıldıza benzetebileceğimiz binlerce nimetin içinde, uzak olanına talip oluyor, parlak olanını istiyorduk. Gergin, huzursuz, mutsuz ve doyumsuzduk. İstim alıp uzak denizlere açılacaktık açılmasına ya önce olmasını istediklerimiz vardı. Bizim olmayan zamanı, bizim sayıp bekliyorduk. Bu isteklerimiz olmadıkça da limandan çıkmıyor, zaman içinde paslanıyor ve birbirine sürtünürken ses çıkaran gemilere dönüyorduk. Hâlbuki insan yaşıyor olmayı umut belleyerek, göğsünde taşıdığı kalpten, umudundan istim alıp her an, hatta günde beş vakit sefere çıkabilirdi.
Saçımı, açıkta olan kollarımı usulcacık okşayan, dağları dolaşıp gelen, kozalak kokulu esintiye kendimi bırakır, gözlerimi kapar, kendimi türkülere bırakırdım. “Türkü güzelse kim söylüyor bakılmaz, sözleri Anadolu koksun yeter” demiştin. Dinlediğim türkü, yeryüzünde dikili bir ağacı bulunmayan, yeri yurdu olmayan kimselerin türküsüydü ve yine yeryüzünde hiçbir şeyi, yeri yurdu olmayan biri tarafından çalınıp, söyleniyordu. Kimsesizlerin, yalnızların, kimsesizliğin ve yalnızlığın türküsüydü. Uzak bir tepeden sahili gören evin bahçesindeki çardaktaydım, ayaklarım betona temas ediyordu ama burada değildim. Nerelerdeydim kim bilir. Yalnız ve üzgün ruhunun bütün çıplaklığıyla türkü söyleyen de söylediği yerde değildi, başka bir yerdeydi! Bundan emindim.
Sahil boyunda dolaşmaya başlayanları görmüyorsam da biliyordum. Çay bahçeleri, dondurmacılar, kuruyemişçiler, oyuncakçılar, paten kayan gençler, kaldırımlar bizim diyerek, geniş geniş ve sallapati yürüyen bıçkın delikanlılar, kimse bizi ilgilendirmiyor diyerek dolaşıyor olsalar da bütün olup biteni gören genç kızlar, küçük çocuklarını gezdirenler, ava çıkmışlar, avlananlar, köpeklerinin tasmasına asılanlar, yalnızlar, yaşlılar, yaşlanmayanlar, erken sarhoşlar… Denizin ve gecenin iç içe geçmiş kokusu, birbirine girmiş sesler, ışıklar, müzikler… Bir Fransız atasözü; “Paranın kokusu yoktur,” diyordu. Evet, paranın kokusu yoktu, ancak paranın rengi, ışıltısı, sesi, şaşkınlığı, gururu… Paranın ayartıcılığı vardı. Sesin, ışığın, şaşanın, kibrin, müziğin ve hızın içine çekiliyorduk. Bunu istiyorduk. Hâlbuki insan kendini sesin değil sessizliğin içinde buluyordu. Toprağın ve dağların söylediği buydu. Sabahın bir güzelliği de sessizliğinde değil miydi? Toprakla uğraşan ve sabahın seherini bereket sayan insanların sabırlı oluşunda da bir hikmet olsa gerekti. Ormanda, çalıları ezerek ses çıkarıp dolaşan ölüm, geldiğini bize haber veriyordu. Ölüm, iyi niyetliydi. Üstü açık duran bir mezarımız vardı ve mezarımız bize “Yaşamak için çırpınacak ne var?” diye soruyordu.
Hadi içeri gel, yemek soğumasın diyen sesinle daldığım hülyalardan uyanır, kendimden başka kimsenin yerinde olmak istemezdim, kimsesinin de benim yerimde olmasını!