Seçim sürecinin sonuna yaklaşıldıkça, vaatlerle birlikte partilerin birbirlerine olan sataşmaları, slogan savaşları, aldı başını gidiyor. Sanırsınız ki partiler, birbirlerinin aleyhine ne kadar yüksek perdeden konuşurlarsa, kaynağı var veya yok - o da ayrı bir tartışma konusu ve Türkiye’nin bir garabeti - uçuk vaatlerle bulunurlarsa, sorunlar çözülecek. Burada önemli olan nokta şu; seçim sürecinde söylenenlere halkın nasıl tepki vereceği veya hangi partinin halkın gözünde pirim yapacağı veyahut ekonomi tabiriyle halkın hangi partinin söylemlerinin ne kadarını ne kadara fiyatlayacağı. Bunun da cevabını, resmi olmasa da 7 Haziran’da saatler 24:00 civarını gösterdiğinde hepimiz öğreneceğiz. Buna benzer içinde yaşadığımız seçim süreci gibi daha çok seçimler yapılır, her parti televizyon ekranlarında, meydanlarda kendi projelerini anlatır, sonunda bir şekilde tek başına veya koalisyon hükümetleri kurulur, bir sonraki seçimlere kadar ülke yönetilir, tekrar seçimler yapılır ve bu seçim döngüsü devam eder gider. Bu madalyonun bir yüzü, yani bizi ilgilendiren tarafı. Bir de madalyonun diğer yüzü var, o da bizim dışımızdaki ülkelerin ekonomilerinin gelişim düzeyleri, hızları ve belli bir süre sonra, ülkemizin bizim gibi gelişmekte olan ülkeler (örneğin BRICS-M gibi ülkeler) ile yaptığı ekonomi yarışında nerede olacağı? Ülke olarak bizim her bir vatandaşımızın üzerinde durması, kafa yorması gereken birinci konu bu.
Ülkemiz 2002 yılından günümüze kadar geçen sürede kişi başına düşen -kabaca- milli gelir düzeyini Amerikan Doları üzerinden yaklaşık 4.5 kat artırarak 10200$’lar seviyesine yükseltmeyi başardı. Ekonominin hastalıkları olarak nitelendirdiğim enflasyonun düzeyi, her ne kadar istenilen rakamlara düşürülemese de, önemli bir başarı elde edilerek bir zamanlar aylık olan enflasyon oranları yıllık olarak gerçekleşti. İşsizlik oranı, tarım kesimindeki nüfusun kentlere doğru yoğun bir şekilde akmasına rağmen, yaklaşık %10 civarında tutulması başarıldı. Ekonomide testere ağzı olarak nitelenen istikrarsız kalkınma oranlarının zikzaklı bir şekilde oynamasından, dengeli sayılabilecek sürece girildi. Cari açık ve dış ticaret açıklarının; üretim ve ısınma amaçlı olarak bağımlı olduğumuz petrol ve doğal gaz nedeniyle istediğimiz miktara düşürülemese de, kontrol altına alındığı da bir gerçek. Ülkemizi bekleyen devalüasyon ve deflasyonist bir ekonomi ikliminin ortaya çıkma olasılığı düşük. Dış borcumuz milli gelirin yaklaşık yarısına ulaşmasına rağmen, bir çok gelişmekte hatta gelişmiş ülkeler ile karşılaştırıldığında iyi durumda olduğumuz söylenemezse de kötü durumda olduğumuz da söylenemez. Ekonomimiz kısa ve uzun dönem itibariyle dış kaynağa acil olarak muhtaç durumda değil, üstelik yabancı yatırımcılar için hem finansal enstrümanlara hem de reel ekonomiye yani üretim ekonomisine yatırım yapılabilecek ülkeler arasında. Buradan yukarıda belirttiğim madalyonun diğer yüzü konusuna geçiş yapalım isterseniz, yani 2015 yılı başında yakaladığımız 10200$’lık kişi başına düşen milli gelire. Ülkemiz için macera bu noktada başlıyor, kişi başına düşen milli gelir rakamları ülkelerin gelişmişliklerini tek başına en iyi gösteren bir ölçüt olmamasına rağmen, daha iyisini buluncaya kadar bunu kullanmak zorundayız. Bunu vurguladıktan sonra kişi başına düşen milli gelir rakamlarımız biraz dikkatlice incelendiğinde son dört, beş yıllık dönemde 10 bin dolarlar eşiğini atlayamadığımız hemen göze çarpacaktır. Bu ne anlama geliyor veya bu veriyi nasıl okumamız gerekiyor? En son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim, artık ülkemiz için yolun sonu göründü, yani deniz bitti. Yaklaşık bir asra yaklaşan cumhuriyet hükümetlerinin popülist ağırlıklı ekonomi, sosyal ve kültürel politikalarının devri tamamlanmak üzere. Çünkü 2002 yılında 2300 dolar olan kişi başına gelir düzeyimizi, son dört, beş yıla kadar 10 bin dolarlar düzeyine çıktıktan sonra neden 15 bin dolarlara yükseltemedik? Son günlerin moda ekonomi deyimiyle orta gelir tuzağı girdabından bir türlü çıkamadık! Ülke olarak cevaplamamız, çözmemiz, üzerinde durmamız gereken temel konu bu olmalı. Bu kritik eşiği aşamazsak, en başta hareketli orta doğu coğrafyasında olmak üzere AB, ABD ile olan tüm ilişkilerde etkin değil etkilenen, başrolü oynayan aktör değil figüran, konu mankeni durumuna düşeriz ki böyle bir sonuç cumhuriyet tarihimizde özellikle yaklaşık son 15 yıldaki ekonomi, sosyal, kültürel ve tarihsel alandaki tüm kazanımlarımızın kaybedileceği anlamına gelir. Kazanımlarımızı kaybetmemek, daha fazla kazanımlar elde edebilmemiz için bence temel olarak yapılması gerekenler; ilk önce siyasiler ülkemizin çıkarlarını ilk sıraya koymalı, tüm ülkemizi kapsayan toplumsal birlikteliği, barış ortamını ve ortak TÜRKİYE bilincini sağlamalı sonra siyasi mücadelelerini sürdürmeli, ilkokuldan lisansüstü düzeye kadar reel üretimle paralel olmak kaydıyla tüm eğitim reformu acilen dizayn edilmeli, AR-GE yatırımları hem ülke hem özel sektör bağlamında artırılmalı, ihracata yönelik sınai üretim teşvik edilmeli, orta ve ileri teknolojiye sahip ürünleri üretip dünya ile rekabet edebilir duruma gelinmeli şeklinde bir çırpıda sayılabilir. Yoksa ülke olarak kendi gelecekleri uğruna kör dövüşü misali kavgayı tercih eden siyasilere pirim verilirse, kısa vadeli çıkarlar uğruna ülke olarak geleceğimizi kaybederiz. Ya 1950 yılında kişi başına milli geliri üçte birimiz düzeyindeyken şimdi dört katımız olan yani yaklaşık yarım asırda bizi on ikiye katlayan Güney Kore’nin geçtiği yolu mu seçeceğiz, tüm ülke olarak toplumsal birlikteliğimizi sağlam temeller üzerine tesis edip buradan aldığımız yüksek motivasyon ve moralle ileri teknoloji düzeyini mi yakalayacağız ya da ülkemiz geleceğini yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan türünden tartışmalara feda mı edeceğiz? Kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz, tercih bizim. Hangi yolu seçtiğimizin, kazanıp kaybettiğimizin sağlamasının sonucu fazla değil 2023’te belli olur. Temennim, tabi ki üretimden, yüksek teknolojiden, sürdürülebilir büyümeden, Güney Kore, Almanya gibi kazanan ülke vatandaşı olmaktan yana. Yanılmak istemiyorum?
Soru: Transfer ödemesi yapılanların marjinal tüketim eğilimleri düşük müdür? Neden?...
Sözün Gözü: Kişiler fiziki ağırlık, görünüş veya ünvanlarıyla değil, karakterleriyle değerlendirilmeli…