Çin ekonomisinin yavaşlamasının kısa süreli değil de, bir trend halinde olacağının anlaşılması, uzun sürede küresel ekonomilerin büyümesi ile ilgili tahminlerin yeniden gözden geçirilerek revize edilmesi gerekliliğini ortaya çıkardı. Dünya ekonomisinin yıllardır amiral gemisi konumunda yer alan Çin’in, ihracat temelli büyümeden iç tüketime dönük büyüme modeline geçmek istemesine bağlı olarak, hammadde, enerji ve ara mal talebini azaltmasıyla, ekonomilerini petrol, enerji ve emtiadan gelecek döviz gelirlerine endeksleyip orta düzey teknoloji seviyesinde bile üretim ekonomisini çeşitlendiremeyen ülkelerin geleceğe yönelik kısa vadede umutlanmaları için bir neden görülmemektedir. Genellikle enerji ve emtia satışıyla ihracat gelirinin önemli bir miktarını elde eden söz konusu ülkelerin gelirlerinin azalması ithalat eğilimini de zayıflattığı için, küresel ekonominin büyümesiyle ilgili soru işaretlerini artırmaktadır. Yani ülkelerin reel anlamda gelirlerinin azalması, bir kısım ülkenin mallarının alımına olan taleplerini de düşürdüğü için, küresel durgunluğu derinleştirme riskini artırmaktadır. Çünkü ülkelerin zenginleşmesi, karşılıklı mal alış verişini hızlandıran ve diğer ülkelerin mallarına olan talep gücünü artıran en önemli faktördür.
Ülkelerin ekonomi verilerinin istikrarsız seyri ve yüksek volatilitesi, uluslararası kurumların geleceğe yönelik tahminlerini sık sık revize etmelerine yol açtı. Örneğin Uluslararası Para Fonu (IMF) büyüme tahminini düşürerek 2016 yılı için % 3,4 ve 2017 yılı için %3,2 olarak açıkladı. Aynı şekilde gelişmiş ülkelerle ilgili görüşünün de iyimser olmadığını belirten IMF bunun nedenlerini ise; Çin ekonomisinin yavaşlaması, FED’in para politikasında normalleşme sürecine geçmesi ve emtia fiyatlarının gerilemesi şeklinde belirtti. Büyüme oranının değişiklik göstermesi yukarıda sıralanan üç faktörün yanı sıra Avrupa ve Japonya Merkez Bankalarının genişlemeci parasal politikalardaki başarılarıyla direkt bağlantılıdır. Gelişmekte olan ülkelerin büyük bir kesiminin popülist politikaları önceleyip, üretim ekonomilerinin çözüm sürecini ertelemelerinin yansıması olarak ise Institute of International Finance (IIF)’nin tahminine göre, gelişmekte olan ülkelerden sermaye kaçışlarının artarak devam etmesinin beklenmesidir. Gelişmekte olan ülke ekonomilerinin döviz borçlarının fazlalığı, dış ticaret açıklarının artması ve cari dengenin eksi bakiye vermesinin adeta olağan bir durummuş gibi algılanması, kırılgan yapılarını daha da zayıflatmaktadır. Bu ülkeler arasında maalesef ülkemizle beraber ilk akla gelenler Brezilya ve Güney Afrika olarak sıralanmaktadır. Yapısal çözümleri uygulamaya koyabilecek tek başına çoğunluğu sağlayan siyasi otoritenin varlığı, değerlendirilebilirse ülkemizin bir artısı olarak kabul edilebilir. Tek başına iktidar olmayı otoriterlik şeklinde algılamadan ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel, hukuksal normların içini evrensel ölçülerde tüm toplumu kucaklayacak şekilde donatmayı başarırsak, küresel ve bölgesel boyuttaki her türlü kriz karşısında ekonomik verilerimizin volatiliteliği daha stabil, daha az zikzaklı olacaktır.
Küreselleşme boyutunun dünyayı kuşatması, ister istemez ülke ekonomilerinin birbirinden olumlu veya olumsuz etkilenmelerini de kaçınılmaz kılmaktadır. Hele bu ülkeler ABD, Almanya, Japonya, Çin gibi dünya ticaret hacminde önemli payları olan ülkeler olursa ya da gelişmekte olan ülkeler çoğunlukla küresel sermayenin bol olması nedeniyle düşük faizli borçlanma ve ucuz para teminine bağlı politikaların ilelebet süreceğini düşünüp uzun vadeli ve çözüm odaklı yapısal reformlardan uzaklaşırlarsa, bu etkilenme sürecinin sonuçları daha hızlı ve kısa sürede ortaya çıkacaktır.
Hafta içinde yapılan Davos’taki Dünya Ekonomik Forumunda yapılan onlarca toplantıdan sonra bir kavram, daha bir öne çıktı, “Dördüncü Sanayi Devrimi”. Kısaca bundan sonra ekonomik açıdan öne geçmek isteyen ülkeler; en düşük maliyetle, kısa sürede ve değişen talebin niteliğine kolayca uyum sağlayabilen, esnek özellikler taşıyan yüksek teknolojili inovasyon temelli sanayi malları üretmelidir. Bu kavramın en önemli ve dikkat çektiği nokta, reel ekonomiye, katma değeri yüksek teknolojiye dayanan sanayi malları üretimine yani üretim ekonomisine yoğunlaşılmasının gerekliliğine vurgu yapmasıdır. Çünkü yüksek teknolojiye dayalı reel ekonominin gelişmesi, çarpan ve hızlandıran etkisi nedeniyle piyasaların daha canlı olmasını, dış ticaret hacminin ihracat lehine artmasını, istihdamın yükselmesini ve milli gelirin hızla büyümesini sağlayacaktır. Bunu başaran ülkeler global ölçekli olumsuz ekonomi rüzgarlarını daha hafif sorunlarla atlatacaktır. Üretim ekonomisi gelişmeyen ülkelerin ise, küresel ekonominin değişmelerine karşı mukavemet derecesi düşük olacaktır. Üretim ekonomisi gelişip de finansal ekonomisi gelişmeyen bir tek ülke yoktur. Aynı şekilde finansal ekonomisi gelişmeyen fakat üretim ekonomisi gelişen bir ülkede yoktur. İktisadi gelişmenin çıkış noktası üretim ekonomisidir. Bundan sonra ülkelerin ekonomik geleceğini belirleyen sihirli reçete; toplumsal desteği arkasına almaları, kaynaklarını yüksek teknolojik yatırımlara aktarmaları ve çok çalışıp üretmeleridir. Terlemeden başarı gelmez.
Soru: Reel ekonomi mi yoksa finansal ekonomi mi daha önemli? Neden?...
Sözün Gözü: Özü doğru olanın sözü de doğru olur, özü bozuk olanın…