Biliyorum, istenen isteyenden, veren alandan üstündür. Lakin ben yine de vefanızı talep ediyorum. Düne dair hatıralarım, tarihim, kadim hayatım bu talebimin yerli yerinde olduğunu ve hatta haklı bir talep olduğunu söylüyor bana.
İstemek, alışkın olmayana zordur, alışkın olana da zordur hatta. Kapıma gelen dilenci eğer bir alışkanlıkla yapmıyorsa boynunu bükmeyi halini anlamaya çalışmak müşküldür bilirim. Çıkmazda kalıp komşusunun kapısına gitmek ne kadar dokunuyorsa bir garibana öyle dokunuyor bana da…
Bilirim vermek de zordur sahip olduğumuz şeylerden ve bunun içindir vahiyle gelen bunca “ver” emri derinden. Sahi, nasıl oluyor da vermekten imtina ediyoruz sonu gelmez bir hırsla. Vermek mutluluk ve huzur kapısı deyip duruyor ve ne hazindir ki verdiğimizi hep faizle alıyoruz.
Bilirim istemek daha ağır vermenin yanında, bütün bu bilmelerime rağmen yine de vefanıza talibim. Yok, istiyor değil talip olmak niyetim. Vefadan ne anladığınıza bakmadan vefanıza hasret ve muhtacım. Hem talip olmak talebe olmayı gerektirir, vefanızın talebesi olmaya da razı ve müsterihim.
Ne çok ihtiyacımız var kırk yıllık hatırı olan sade ve acı kahveler ikram etmeye ve içmeye. Vefa nerede başlar ve nerede biter diye sormadan sırf öyle olması gerektiğinden vefaya talip olmak zamanı gelmemiş midir? Hesap ve kitap yapılmaya başlandığından beri mesailerde, meclis sohbet meclisi olmaktan çıkmıştır artık.
Vefanıza talibim derken bu son çağın dört köşe binalarında yüksek katlarda yüksek teknoloji ürünü yaşam alanlarında hız devrinden bahseden dünya vatandaşlarının inatlaşacağını biliyorum. Tek bir gökdelenle koca bir köy nüfusunu orada toplayan ama yaldızlı davetiyelerle bile onları bir araya getiremeyen dünyanın, vefanın neresinde duracağını kestiremiyorum. Kestirip de atamıyorum. Beni onlardan bile ümitsiz kalmamı engelleyen hislerimle onların da vefasına talip oluyorum.
Vefanın “iyi” olduğunu araştırmaya, denemeye gerek kalmadan biliyorum. Bu bilginin esasında köklü ve zengin bir cevher olarak insanda var olduğunu bilmemden geldiğinin da farkındayım. İşte bu yüzden “iyi” kazanmaya devam etsin diye vefanıza talip oluyorum.
Daha dün değil miydi, yolda geçerken selamını almadığımız adamın cenazesi. Sahi bizler ne zamandır beri illa bir tanıdık bekliyoruz cenaze namazına saf tutmak için. Köşedeki bakkal büyük alışveriş merkezleri ile rekabete girmeye çalışmadı bile. Dükkânın önünden geçerken artık “hayırlı işler” diyeceğimiz kimseler azaldı. Kart limitimize göre sınıflıyor kasiyerler bizi.
Hanlarda göçüp konarken yol boyunda köylerde ayran ikram edilirmiş, su zaten sebil. Sahi sebil demişken çok yakın zamana kadar bedesten içlerinde, kaldırım üzerlerinde soğuk su sebilleri yok muydu? Girdiğimiz esnaf selamdan hemen sonra çayımızı söyler ve artık biz onun müdavimlerinden olmaz mıydık?
Komşumuzu hele ki kapı komşumuzu gözetmekten başka çaremiz yokken şimdilerde evimizi onlardan korumak için asmadığımız kilit kalmadı. Kasap, manav, bakkal verecek defterini kapatalı çok oldu. Yine de vefa yanı başımızda, iyiliği iyi olduğu için yapmaya devam etmekten başka çaremiz yok.
Kudüs’e, Şam’a, Bağdat’a, Bosna’ya, İstanbul’a vefa duymamak bu şehirlerin ismini duyunca ürpermeyen gönüllere uzak kalacaktır. İstanbul yıllarca bize vefa göstermiş ise biz Kudüs’e her halükarda vefa göstermek zorundayız.
Yaratılışımız ve yaratıldığımız günden bu yana vefa duyanlar ile vefa duyulanlar arasında olmanın gayretini gösterenler varsa, Rahmet sahibinin vefasıyla olmuştur. İnsana, toprağa, tarihe, söze vefa göstermek senet ve çeki olmayan, vadesi de dolmayan bir borçtan çok daha ötedir.