Demir parmaklılarla perdelenmiş ahşap eski bir evin büyükçe penceresinden el sallayan şirin çocuğun gülümsemesi…
Sokağın sonunda, köşe başında, odaları caddeye bakan iki katlı büyük bir konak; bahçe duvarlarının sarmaşıklar ve Hanımelleriyle bezendiği, bahçenin ortasında sonbahar yapraklarıyla dolmuş küçük bir havuz ve neredeyse tüm bahçeyi gölgeleyen çınar ağacı…
Konağın muntazam bir görüntüsü olmasına rağmen titiz bir göz, aslında her yerinin bakımsızlıktan döküldüğünü, kendi kaderine terk edilmiş bir harabe havasına büründüğünü fark edebilirdi. Aynı dikkatli göz, yakın bir zamana kadar bu konağın şen şakrak günlerinin olduğunu, çocuk seslerinin kuş cıvıltılarına karıştığını da anlayabilirdi.
Hemen her gün konağın önündeki dar, Arnavut kaldırımlı yoldan geçerken, konağın ilk sahibinin hikâyesini merak ederdim. Burada mı doğmuştur, konağı inşa eden o mudur? Bahçedeki çınarla mı yaşıttır, sarmaşıkla mı?Tüm bu merak ettiklerim konağın büyük pencerelerinden birinde eli çenesinde etrafı seyreden o çocuğu görünce yitirdi anlamını.
Şehrin, bir cesaretle ışıklarını yaktığı sıradan akşamlardan birinde günü yüklenen, kavgasını yüklenen ben, ekmek paramı kazanmış olarak evime dönüyordum. Şiir yüklemiştim sırtıma, öykümü, sade bir kahve ve sade bir hüzünle birlikte. Adım atamayacak kadar kesilince takatim, durdum olduğum yere. Başımı kaldırdım, beni izleyen bir çift gözü o an fark ettim. Çocuğun bakışları mıydı beni o an hırpalayan, şiirimin düşerken çıkardığı ses mi, bilmiyorum. Çocuk,gözlerini çevirmeden uzunca baktı bana ve gülümsedi. İçten ve çıkarsız bir gülümsemeyi nasıl tanımaz insan! Sıcak bir el sallayış sonra, öylesine, olduğu gibi, yumuşak ve içli…
O günden sonra ben o bakışların ve sahibinin dostu oldum, o benim dostum oldu. Tek kelime çıkmadı ağzımızdan. Her geçişimde el salladı bana, gülümsedi. Ben de el salladım, gülümsedim. Hayat bu kadar acıyken bile gülümsedim, onurlu acıları, derin hüzünleri yaşarken bile gülümsedim. Onun gülümsemesini de alıp yüklüyordum sırtıma artık. Aramızdaki bağın adını koymayı şairlere bırakmıştım çoktan.
Sabahın ilk saatlerinde evden çıkıp o gün için alnıma yazılan kaderimi yaşamak için yola koyuluyor, yolumu konağın sokağına düşürüyor ve aynı pencerede aynı duruşuyla çocuğu görme hevesini ve heyecanını yaşıyordum. Yalnızlığımın anlamı çocuğun varlığıyla gün yüzüne çıkmıştı.
Çocuk hemen her gün aynı pencerede aynı vaziyette oturuyor, elini çenesinden ancak beni görünce çekiyordu. Ne zaman oyun oynamaya çıkıyor, bahçelerinde neler yapıyor görmüyordum ama bu gülümsemesi ile konağa neşe kattığından şüphem yoktu. Lakin kimi zaman art arda pencereye çıkmıyor, perdeler ve lambalar açık olduğu halde görünmüyordu. Gezip dolaşmaya çıkmıştır, oyun başındadır, gelişimi unutmuştur diyerek ben yine de gülümseyip geçiyordum penceresinin önünden.
Bir bahar mevsimi, Nisandı belki, evime, beni bekleyen yalnızlığıma dönerken, önümü kesen bir seyyar satıcı, ısrarla bir şeyler almamı istediğinde, “hayır” demeye mecalim yoktu. Tezgâha baktım, misketler çarptı gözüme. Küçük bir kesede mavisi, sarısı, yeşili, kırmızısıyla rengârenk misketler. Aldım, koydum cebime. Çocuğun penceresine yaklaştım, onun da beni beklediğini hissediyordum. Beni görünce elini çenesinden çekti, elini havaya kaldırdı, gülümsedi, ben de gülümsedim, el salladı, el salladım. Cebimden misketleri çıkardım havaya kaldırıp elimle sana aldım dercesine işaret ettim. Hem gülümsüyor hem de el sallamaya devam ediyordu. Sonra durdu, eli aşağı indi, gülümsemesi bitti. Zile bastım, bekledim, çıkan olmadı. Çocuğa misketleri gösterip kapının önüne bıraktım.
Eve gittiğimde yalnızlık açtı kapımı, “nasılsın” dedim, “seni bekliyordum” dedi. Bugün sana bir kucak dolusu gülümseme getirdim diyecektim, vazgeçtim. Döndüm şiir söyledim. Aldığım misketleri çocuğun ne yaptığını düşünerek daldım uykuya, ya da ben öyle sandım. İnce bir sızı, cam kesiği gibi, nazenin bir acıyla uyandım o sabah.
İlk ışıklarıyla günün çıkmak için yola sırtıma yüklediğimde hüznümü bu kadar ağır olacağını bilememiştim. Konağın sokağına yaklaştım, çocuğun, ellerinde misketlerle beni karşılayacağını hayal ediyordum, yürüdüm. Sokağın başında bir cenaze arabası, konağın önünde donuk yüzlü birkaç adam, bahçede ağlaşan kadınlar ve en geride tekerlekli bir sandalye, sandalyenin üzerinde misketler…