VASİYETİMİ YAZDIM

Hakan Bahçeci

Cumhuriyetin ilan edildiği yıl, bir harman zamanı sabah ezanıyla dünyaya gelmişim. Rahmetli anam, hep der dururdu; doğduğun sene çok kıtlık çektik, Rabbim bir daha göstermesin, devlete millete zeval vermesin, diye. Kıtlığın benden olduğunu zanneder, gizliden kızardım kendime.

Kaç yıl geçti aradan varlığı da gördük yokluğu da ama anamın sıcaklığını o gittikten sonra hiç görmedik bir daha. Yaşımı soranlara “Cumhuriyetle yaşıtım” diyorum. Ben buraları koyup gideceğim de anamın deyimiyle “bu millet zeval görmesin”.

Bu evi yapalı yarım asır geçmiş, ne kalabalıktı bir zamanlar; hanım, ben, çocuklar, gelinler ve hele ilk torun… Ses eksik olmazdı, evin ahşap çatısı yutar giderdi her sesi. Unutmam, hanım ne çok sevinmişti evi bitirince. İşte köşede evi yapan ustanın hediye olsun diye ceviz ağacından yaptığı o küçük sehpa, kırılmış olsa da bir ayağı, duruyor öylece, rengi soldu, çatladı her yanı. Biz ne olduk? İki büklüm belimizle, baston olmadan yürüyemiyoruz bile. Yüzüme düşen her çizgi bir yıla bedel sanki saçlarıma ak düşeli ne kadar oldu hatırlamıyorum bile.

Nasıl da azaldık bu koca evden birer birer, önce babamı kaybettik, o koça çınar sessizce ayrılıp göçtü aramızdan. Sonra çocuklar, gelinler ve torunlar ayrılıp gittiler. Odalar boş ve ıssız kaldı. Hanımla ben, o kocaman evde bir tas çorbayla geçirdik çoğu günü. Ihlamur kokusu hiç eksik olmadı odamızdan, o koca taş bina, altında samanlık, buğday ambarı, badem ağaçlarıyla dolu bahçesi… Hepsi toplandı tek bir odaya.

O tek bir oda, beklediğimiz bayram sabahlarının ümidiyle dolar taşardı. O ne muhabbetti; hanım günlerce hazırlık yapar, torunların sevdiği tatlıları özenle hazırlar, günler öncesinden harçlıklarını ayırır, saklardı gelinlik sandığına. Sahi, neyi oldu ki o sandıktan başka? Yoklukla başlamış bir hayatın, zorluklarla bezenmiş bir yuvanın en özel, en mahrem eşyasıydı o sandık. Hep çalışmakla geçmiş onca yıl, tarlada, bağda, bahçede, son yıllarını dizlerinin üzerinde çapa yaparak ve asla dilinden duası eksilmeden geçen yıllar…

Yalnızlığa gelip dayandığımız o yıllar, caminin sokağına bakan odamızın, ahşaptan mamul çıkmasında oturur, dalar giderdi bazen. Akşam namazlarından sonra camiden gelmemi bekler, kapının açıldığını duyunca “Sen mi geldin Herif” derdi. Namazını dizüstü kıldıktan sonra iki bardak çay içer ve otururduk minderlerimizde.  Konuşurdu ağır ağır; çok az bahsederdi kendinden Hanım, lafı dolaştırıp yine torunlarına getirirdi. Kıyamazdı ki hiç birine, onlara dair aldığı en küçük haberle öyle mutlu ederdi ki kendini. Hele Paşasına hiç kıyamazdı, en çok o gelirdi köye. En çok o öperdi yanağından, az eziyet etmedi Hanıma ama tek bir acı laf çıkmadı ağzından Paşasına.

En son o gitti aramızdan. Yalnızlığı yeniden yaşamak zorunda bıraktı beni. O kalabalık, sıcak ve aileme dar gelen ev artık kuru, soğuk, ıssız bir bina idi. Akşam namazlarına giderken açık bıraksam da ışıkları, döndüğümde “sen mi geldin” diyen biri yok artık. Ne çabuk ihtiyarlamışım, bu sessizlik, sağır edecek beni. Odalar ne çok uzak birbirinden.

Dün sabah Hanımın sandığı ilişti gözüme, ne kadar çok eskimiş, renkleri solmuş, çürümeye başlamış ağaçtan gövdesi, küf tutmuş çivileri… Nerede anahtarları? Gerek de kalmadı, atınca elimi açıldı; bir iki bohça, tespih ve koku, hacdan getirmişim. El işlemesi bir seccade ve birkaç fotoğraf, solmuş… Yüzüm gibi, ellerim gibi soluk ve soğuk, yalnız ve nihayetinde hayatın…

Yol bitmeyecek gibiydi oysa ne de kısaymış, bitti işte iki adımda. Bugün yine telefon çalmadı, Paşam aramadı, oysa bazen tek bir ses günümü gün ediyor benim. Benim beyliğim günlük artık. Çocuklar bu taş binanın orasını burasını tamir edelim, düzeltelim diye uğraşıyorlar. Bana mı yapıyorlar kendilerine mi hazırlıyorlar? Varsın hazırlasınlar, torunlarım gelecekse eve helali hoş olsun. En son evin ahşap kapısını söktüler, bu kapıdan hanımla girmiştik birlikte, şimdi benim sıram belki de…

Vasiyetimi yazdım, hanımın yanında mezar yerim hazır, bu mezarlığa bir çeşme yaptırın, iki yudum su içeyim, gerisi Allah kerim…