Elini yumruk yapıp ahşap döşemenin üzerine koydu, dizleri üzerinde ancak doğrulabilmişti. Kollarında kalan son mecali alıp dizlerine ödünç verdi. Pencerenin açık kalmış olmasına hayıflandı. Esen rüzgarla birlikte dizlerindeki ağrı ince bir sızıya dönüşüyor, yıllardır tarif edemediği o sancı gelip yerleşiyordu.
Odanın içini yalayıp geçen bir ambülansın ışıkları “ne çabuk geçti hayat” dedirten bir hızla yok olup gitti. Dizlerinin üzerinde, yorgun düşmüş bir komutan edasıyla mağlup olmasına aldırmadan dışarıya baktı. Ay doğmuştu çoktan ve odayı ışıtmak için yetiyordu. Bu karanlık iyi geliyordu yalnız kalışına, “tek başına değil kalacaksa yalnız kalmalı insan” diyen şairin şiirine iman ederek yalnızlığına örttü karanlığı.
Bir anlamı olmalıydı yalnızlığının ve bir arayışın son kalesi belki… Bulduğunu sandığın o muhteşem vaktin aslında yine yalnızlığına çıktığını anlaya anlaya inşa etmeli yalnızlığı. Yarım kalan şeyler vardı, eksik ve natamam. Hiçbir ömür tamam olarak nihayete ermez belki de.
Bir gayret kalktı ayağa, dizlerindeki sancı bu anı bekliyormuş gibi dağıldı bedeninin en ücra köşesine. Bu sancıdan, kalbini saklamak istercesine elini kalbini üstüne koyup “ya hay” diyebildi. Göğsüne gelip oturan bu ağırlığı alıp yanına, kapıya yöneldi. Odadan çıkmak için değil yalnızlığına daha çok girmek için açtı kapıyı.
Bir mübarek ay, imsak ve iftar vakti arasında ibadet halinde olmanın verdiği lezzet… “Bir bardak su da olsa vaktin bereketini umarak kalk oğlum” diyen annesini düşündü. Ve babası geldi aklına, “haydi Paşam” diyerek elinden tutan babasını. Göğsüne ulaştı sancı, kapıya yaslanıp, dizleriyle pazarlığa tutuştu. İşte şurası beş adım sonrası masa üstünde akşamdan kattığı yarım bardak su…
Evin tüm odaları gelip durdu önüne. Hepsi bir şeylerin hesabını tutmuş gibi getirip maziyi yığdılar önüne. Bakiyesi olan yalnızlığı, hesabını kapatmak için teklif etti. Kabul etmedi hiçbiri ve hiç kimse. Sahi “kime teklif etsem yalnızlığımı” diye düşündü, kim alır ve ne verir karşılığında yalnızlığımın?
Beş adım ötede yarım bardak suya ulaşabilmenin ederini ne ile ölçer insan? Sabah gün doğumu ile başlayan o koşuşturmanın ne kadarını teşkil ediyor şu beş adım? Oysa bir yalnız için beş adımı atmak bir beş adım daha geri gelmektir ve yalnızlığın geri gelişi yoktur. Tek başına kalan herkesin yapacağı iş değil yalnızlığı demlemek ve nice kalabalıklar içinde ne çok yalnızlık yaşanır.
Bir adım daha atıp eli kalbinin üzerinde sıvası dökülmüş kerpiç duvarın serin bağrına yasladı başını. Serin iyi geldi nitekim toprak basacak bağrına her yalnızı. Çok çekti bu iç konuşmalarından, karşısına alıp kendini ne çok kavga etti içindeki yalnızlıkla. Ne ikna oldu ne ikna edebildi ama hiç vazgeçmedi bu iç sesiyle konuşmaktan. Sonra birden bu iç ses ile konuşmak yalnızlığa halel getirmez mi deyip sustu.
Susturdu içindeki sesi cevap vermedi ona dizlerindeki sızıyı dinlemeyi tercih etti. Adımlarını sıklaştırıp mutfağa gitmek çabasını aradı. Bir iki ve işte son adım. Lakin o son adım yarım kaldı tıpkı yalnızlığı gibi yarım ve eksik… Dizlerinin üzerine çöküp elini masaya uzattı, bardağa dokundu, suyun serinliğini hissedebiliyordu. Çocukluğu geldi aklına, suyla oynamayı sevdiğini anımsadı. Sonra babası, annesi, canı, çocukları, dostları… Karanlıktı.
Minarelerden yükselen ezan sesi tüm şehri sokak sokak dolaşmaya başlamıştı. Şehrin bir mahallesinde küçük bir mescitte, sabah namazından sonra bir salâ okunuyordu. Yalnızca bir kişi için yalnız bir kişi için.