Dağlım, dağlara söylediğim…
Bir süre için son mektubumu yazıyorum. Son mektup ki daha güzel, daha uzun mektuplar yazabilmek içindir.
Dağlım. Şikâyet etmek, kızmak, bağırmak, sinirlenmek ve hatta darılıp küsmek arızidir. Allah’ın arzında, insan hariç hemen hiçbir şey şikâyet etmez, bağırmaz, küsmez. Biz insanlar nefis ve irade sahibi olmamız hasebiyle kızıp bağırıyoruz, üzüyoruz, incitiyoruz. Bir ağaç diğer bir ağacı, bir çiçek diğer bir çiçeği, bir kuş diğer bir kuşu üzmez, incitmez. Kabul, insan nefis ve zaaf sahibidir, hatalarıyla vardır. Ancak sabır, şefkat, feragat, fedakârlık ve merhamet de bizler için değil midir Dağlım?
Kendini, sayamayacağı ve bitiremeyeceği kadar nimetin içinde bulan insanoğlu, kendini “bir şey “ sanıyor. Oysaki insan yalnızca tüketir. Ancak yaşamını insanlıkla doldurma gayretinde olanlar müstesna. Yaşamımızı insanlıkla dolduranlardan olmayı diliyorum.
Dağlım, sevmek, sevilmek öğrenilir değil, yaşanandır. Bu duyguyu seninle yaşamak nasip oldu. Bana kattıkların için sana teşekkür ediyorum. Rahmetli anacığım şöyle dua ederdi; “Allah karşına çıkarsın!” Bu son mektubumda, her yazdığımı okuduğunu bildiğim bir dostuma da selam vermek istiyorum. Selam vermek kadar kendi dilimce sevgi ve muhabbetin yüz bin tanımından birini yapmak istiyorum. Ayrıca Dağlım, sevmek ve sevilmek bağıran çağıran değildir, munistir, baharda sessizce çiçek açan kiraz ağacıdır, doğaldır, içten ve samimidir.
“Yüz yıldır” görüşemediğimiz dostum ile her ikimize de uzak bir şehirde karşılaştık bir gün. Sanki dün ayrılmışçasına konuşmaya başladık. O, her köşe başında olan marketlerden birine girdik, bir şeyler aldık ve yakınlardaki parkta oturduk. O market ve o park, bulunduğumuz şehrin en lüks mekânlarına dönüşmüştü. O parkta, dostumla karşılıklı günlerce sıkılmadan oturabilirdik. Şükrediyorduk. Hasret ve muhabbetle birbirimizin yüzüne bakmaktan, aldıklarımızı bile yiyememiştik. Yanımda kâğıt mendil yoktu, “yanında kâğıt mendil var mı?” diye sordum, bana çantasında durmaktan eprimiş bir kâğıt mendil verdi, takıldım, yani “vere vere bana kullandığın mendili mi veriyorsun?” diye. Bütün hikâye bu kadar Dağlım. Niyetimiz almak değil vermek olursa, oturulan yer, yenilen yemek, mendil, market… Hepsi önemini kaybeder, yalnızca seninle ben, yalnızca muhabbet, yalnızca sevgi kalır geriye. Şimdi dostumla telefonda görüşürken, çok zahmet ettin, beni niye o kadar pahalı yerlerde ağırladın dedikçe gülümsüyoruz. Bu yetiyor! ( Dostum, sana bir düzine kâğıt mendil gönderiyorum, hani bakarsın yeniden karşılaşırız da bana kullanılmamış mendil veririsin.)
Bazen kendi kalbimizin derinliklerine inebilmek için bir başka insana ihtiyacımız olduğunu düşünürüm, eksiklerimizi ve fazlalıklarımızı görmek için. “Düşünürüm” ifadesi de yanlış aslında, bunu da yaşadıkça fark ediyor insan.
Gecenin içinde yürüyorum. Gece karanlık, gözlerim kapalı. Yine de görüyorum görmem gerekenleri. Tebessüm ediyorum. Hasrete bulanıyorum. Bir filmden aklımda kalmış cümleleri hatırlıyorum: “Hasret ne yana düşer, gurbet ne yana, ayrılık hep bana, bana mı düşer usta.”
“Biz” olmak diyor, “biz” dedikçe yüklerinden arınmış bir kalbe, coşkulu ve hayatla barışık bir yaşamaya, uykusuz fakat şikâyet edilmeyen gecelere, uzaklıklara, özlemeye, çiçeklere, cümlelere, sarılmalara ve aşka dönüşüyor, hakikat yurduna yeniden inanıyorum.
Uzaklık, hasretimi diri tutuyor… Özlem, kollarımı öksüz ve yetim kılıyor…
Düşler kuruyor, düşlere sığınıyorum.
İnsanın yarasını sevmesinin eşiğine gelmesini, yaranın yâre dönüşmesini yaşıyorum.
Yiyecekleri yığıp biriktirenlerin, genellikle açlık ve yoksulluk çekmiş insanlar oldukları bilinir. Bazı insanların da duygusal ilişkilerinde tam da bu ruh halinde olduklarını fark ediyorum. Özellikle emek verilmemiş bir sevgi bulduklarında yapışıp kalırlar. Kendilerini sevmezler fakat delice sevilmek isterler.
Ah… Bazen bir ayak izini bile arar insan, beklediği durağı, çay bardağını tutuşunu, elini saçından geçirişini, adım atışını… En çok da tebessümünü.
Öğrenen olmak istiyorum, öğreten olmak hissi kibre yakın, günahlarım arasında kibir olmasın. Öğrenmeyi sevdim; okumayı, yazmayı, dağlara yürümeyi, kelimeleri ve insanı sevdim.
Dağların, ovaların, uçurumların, akarsuların, ormanların, fırtınaların ve baharların var senin.
Senin evreninde yaşadığım günleri özlüyorum.
“Anlamak” ifadesine karşıyım, birbirimizi anlamasak bile sevebiliriz. Sevmek birbirine zıt durumları da kapsayan, boşlukları dolduran bir güzelliktir. Günümüzde sıkça kullanılan, "beni anlamıyorlar", "anlaşamadık" türü ifadelerin arkasında çok zaman sevgisizliği, bencilliği, gücümüzü dayatmayı, merhametsizliği görmüşümdür. Seni anlamayabilirim ancak seni sevebilirim.
Uykuyu, yemeği, gezmeyi, olur olmaz işleri bunca kafamıza takmamız da hep sevgisizlikten, mutsuzluktan. Türküde diyor ya: “Dün gece yar hanesinde yastığım bir taş idi, altım çamur, üstüm yağmur, yine gönlüm hoş idi.” Gönlümüz hoş değil. Bu hoşnutsuzluğu da yemekle, gezmekle, yalandan sevinçlerle doldurmaya çalışıyoruz.
Aynı hamurdanız ve aşağı yukarı beklentilerimiz gibi sığınma isteğimiz de aynıdır. Bazen öyle olur ki kimin ne dediği değil, neler konuştuğumuz önemli olur. Ve yine sonra neler konuşulduğu da önemini kaybeder. Yan yana ve esenlik olmak kalır bize. Ortada sevgi denilen bir pasta vardır ve sevgi, sevilenin daha fazlasını yemesini istemektir.
Duamızda olmayanı sevmiyor, sevmediğimiz insana da dua etmiyoruz. Seninle, uzak yakın, birbirimize dua ettiğimizi biliyor, süslü ve zorlama kelimelere gerek duymuyorum Dağlım.
Seninle, beraber okuduğumuz kitaplara atıfla, mümkünden öte diyor, üzmemeyi tercih ediyor, kadere ve hakikat yurduna inanıyorduk.
Elini tutuyorum, elinden kelimeler, elinden insanlık topluyorum. Bereketli ve yorgun günlerden geçiyorum. Göğsümde hasret diye yüzünü ve gökyüzünü taşıyorum.
Allah esirgeyen ve bağışlayandır!