Dağlım, özledikçe mektup yazdığım.
Şafağın ilk saatleri, büyükçe bir parkta, mahzun, melül yürüyorum.
Düşlerim, düştüklerim, konuştukça susmaya olan özlemim.
Bu sonbahar sabahında ilkbaharı hatırlatan bir şeyler var.
Sana delikanlılığımı anlatayım Dağlım. Delikanlılığımı ve annemi. . Baba evi dediğimiz evin, dış duvarları çok yüksekti, dibinden geçen sokaktan ve insanların bakışlarından korunmuştu. Çardağımız vardı. Çardağın altına ufak bir beton dökmüş; kilim, minder, iki sehpa ve eski bir çekyatı da oraya taşımıştık. Ufak bir beton dediğime bakmayasın, dokuz kardeştik ve on-on beş kişi aynı anda oturabiliyor, yemek yiyebiliyorduk. Evin ana girişi on adım, anacığımın yattığı odanın camı üç adım ötedeydi. Bazen geçten geç sabah kahvaltılarını da bu çardağın altında yapardık. Bu çardak altı, çoğunlukla yaz geceleri gerek ev halkı ve gerekse gelen misafirlerle beraber kullanılırdı. Rahmetli babam, çay yaptığımız küçük tüpün rüzgârdan etkilenmemesi için ayrı bir korunak yapmıştı. Bahçedeki çeşmeden su alıyor, istediğimiz an çay yapabiliyorduk. Yaz geceleri, el ayak çekildikten sonra ki bu saat ikileri falan bulurdu, ben çekyata yarı uzanır, kitap okumaya başlardım. Anacığım, yattığı yerden usulca seslenirdi :”Uşuğum ne zaman yatacaksın?” Cevabım hiç değişmezdi. “Birazdan…” Yaz geceleri kısa, sabah erkenden kapımızı çalıyordu. O “birazdan” cevabım boşlukta kalır ve ezanlar okunmaya başladığında anacığım camı açar, gülümser, “Uşuğum, yemiyor, içmiyor ve uyumuyorsun… Sen haktan mı besleniyorsun?” dediğinde, ben de gülümser “nasılsa mezarda uyuyacağız” dediğim de anacığım “he, orada da uyumak kolay mı sanıyorsun” diye beni ikaz ettiğinde, elimdeki kitabı bırakıp ayağa kalkar, esner, gözlerimi ovuşturur, anamın yanağından makas alır ve abdest almaya yollanırdım.
Yüzün, yüzlerce gün ötede kaldı, seni çok özledim.
Hiç bitmesini istemediğim bir rüya, hasret ve duasın sen.
Taze ve hayat dolu tebessümünü, mahcup, sade ve aydınlık yüzünü özledim.
Rabbim seni korusun Dağlım.
Rüya dedim de…
Geçenlerde şöyle bir rüyadan uyandım. Uyandım da yeniden kapattım gözlerimi…
Sen demir kırı, bense abanoz siyahı bir ata binmişiz, atlarımızı dağlara doğru sürüyorduk.
Dağlar Dağlım, dağlar iyi ediyor beni.
Birkaç gün boyunca kendimi ormana verdim; zengin kızıllığını, ılıman sıcaklığını, hüzünlü sessizliklerini tattım. Dağ kokuyordum. “Dağlarda, saf sessizlik vardı, nedeni olmayan huzur, dile getirilmeyen bilgelik, umut vardı; korku, kaygı yoktu, neredeyse hiçbir şey yoktu orada, örümcek ipeğine binmiş bir güneşten başka.”
Görünmez bir şekilde her yerde ve daima yanımda oluyorsun. Düşüncelerimi, hareketlerimi ve adımlarımı yönettiğini fark ediyorum. Dışarı çıkarken giyeceğim elbiseyi seçiyorsun. Bunlar çocuksu neşelerim oluyor.
“Herkes kendisinde olan şeyi verir” der Hesse, elimde yalnızca sevgim, yalnızca cümlelerim var Dağlım, kabul buyur.
Üzgündüm. Kahırlıydım. Boğazımda bir hıçkırık düğümlenmişti, ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Elini elimin üstüne koyup, yalnızca, “Üzgünsün bugün…” demiştin. Bu bir-iki kelimeye bütün kalbini katmıştın. Sonra kol kola girmiş, sessizce yürümüştük. Yan yana, kol kola yürürken, sanki dünyada ikimizden başka kimse yoktu. Bazı kelimeler seninle anlam kazanıyordu. Senin yanında, yaz yağmurundan sonra kırlardaki çiçeklerin birden renklenmeleri gibi renkleniyor, insanlara daha çok inanıyordum. Bugünlerde çok kırıldım Dağlım, kırıldım, incindim, sustum. Bu yaşamak rüyasından, sessizce uzaklaşmak istiyor, sonra dönüp yine kendime kızıyorum.
Sen başka yerdesin, ben başka yerde. İkimizin de haklılığı gün gelir ispatlanır. Bir gün, unutmam mümkün değil, bana şunu demiştin: “Bana hep dağ olduğun için…” Gönlüme; beni incelten bir hasret, gönlüme duadan harflerle yazılmış bir sevda bırakıp gittin.
Bu sabah, şu parkın bir köşesinde oturmuş sana bunları yazarken, Karaca gibi insana masumiyetle bakan gözlerini özlüyorum. Yine şu an, yazın kapıları ardına kadar açık duran evler gibiyim, içime doluyorsun… Söylediklerinle, söylemediklerinle, sustuklarınla.
Dağlım, sevdiğim, su yeşili bir güzelliğin var senin.
Üzgünüm bugün.