Karakurum, Orhun Irmağı. Gobi Çölü.
Geçen hafta Bilge Kağan ve Kültigin anıtlarını ziyaretimizden sonra Karakurum'a, Erdene Zuu tapınağına, Orhun nehrine gideceğimizi ifade ederek yazımı bitirmiştim. Bilge Kağan ve Kültigin anıtlarının olduğu müzeden ayrıldıktan sonra, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın talimatıyla TİKA tarafından yapılan ve Moğolistan'ın en yeni ve en güzel asfalt yolu olarak değerlendirebileceğimiz 80 kilometrelik yoldan, Cengiz Han'ın tarihi başkenti Karakurum'a doğru yol alıyoruz. Karakurum'da yer alan ve Moğolistan'ın en büyük Budist Tapınağı olan Erdene Zuu Manastırını ziyaret edeceğiz. Akabinde atalarımızın atlarını suladığı Orhun Nehri kenarında öğle yemeği yiyip, namazımızı kılıp, akabinde Orta Asya'ya özgü çift hörgüçlü develere binmek üzere Gobi Çölü'ne doğru yola koyulacağız. Gobi Gölünden, Gobi Çölü'ne zıtlıkları bir arada yaşamaya devam ediyoruz.
Müzeden ayrılıp yola düştüğümüzde, Orhun Anıtlarında ifade edilen "Türk Oğuz Beyleri işitin! Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe, Türk halkı, senin devletini, törelerini kim bozabilir?" ifadesinin bu coğrafyayı tam da tasvir ettiğini görüyoruz. Zira gözümüzün alabildiğince uzanan dümdüz bir arazi üzerinde, kubbe gibi masmavi bir gök altında yolculuğumuz, Karakurum'a doğru devam ediyor. Yolun sonunda yer alan, bu yolun Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın talimatıyla TİKA tarafından yapıldığını ifade eden tabelanın önünde araçlarımızdan iniyoruz. Hemen sol tarafımızda büyük bir kaleyi andıran ve etrafı surlarla çevrili olan Erdene Zuu Manastırına ulaşmış bulunuyoruz.
Erdene Zuu Manastırı, 1568 yılında inşa edilmeye başlanmış ve 1585 yılında resmi açılışı yapılmış bir tapınak. Budist manastırı. Manastır'ın 2004 yılında UNESCO Dünya mirası listesine eklendiğini de öğreniyoruz. Buraya gelen Budistler kendilerini hacı olmuş kabul ediyorlar. Yani burası Budizm açısından bir hacc mekânı. Manastıra doğru adi adımlarla yürürken, hızlı hızlı tapınağa yetişme çabasında olan bir Budist Lâma dikkatimi çekiyor ve mihmandarımız Jenisbek'e onunla fotoğraf çekilip çekilemeyeceğimi sormasını rica ediyorum. Müsaadesi ile Budist Lâma ile Erdene Zuu Manastırının surlarının dibinde bir hatıra fotoğrafı alıyoruz. Kale kapısını andıran, kapıdan içeriye girince yolun sol tarafında sıralanmış sekiz on parça irili ufaklı tapınaklar görüyoruz. Yolun sağ tarafı boş çayırlık arazi. Ve hemen sol tarafta bir Moğol Gerinin içerisinde gelen ziyaretçilere bir anlamda küçük dini ritüelleri yapmak üzere hazır bekleyen birkaç Lâmanın oturduğuna şahit oluyoruz. Fotoğraf çekmek istiyoruz ama fotoğraf çekmemizin yasak olduğunu ifade ediyorlar ve müsaade etmiyorlar. Bu büyük surların içerisinde aslında yolun sağ tarafında çok daha büyük tapınaklar olduğunu, fakat 1921'de sonra Moğolistan'ın komünizmi kabul etmesi ile beraber bu büyük tapınakların 1939 yılında yıkıldığını, geriye yolun sol tarafında yer alan bu sekiz on adet binadan oluşan küçük küçük tapınakların bırakıldığını mihmandarlarımız ifade ediyor. Tapınakların Çin mimarisi ile yapıldığı ve Çin mimarisinden ciddi anlamda izler taşıdığı elbetteki gözümüzden kaçmıyor. İleride, yolun sol tarafında Budizme özgü dua veya tövbe silindirleri diyebileceğimiz üzerinde ve içlerinde pitakalardan ayetler! olan, sözler olan silindirler görüyoruz. Budist turistler -ki bunların tamamı Tayvan ve Tayland'dan gelen turistler olduğunu da öğreniyoruz-, bu silindirleri çevirerek bir anlamda dua ediyorlar veya tövbe ediyorlar. Tapınak önlerinde veya kapılarında çok küçük, bir insan eli büyüklüğünde veya daha da küçük Buda heykelciklerini ve tövbe tası diyebileceğimiz bakır tasları görmek, bize çok da enteresan gelmiyor. Yolun son kısmında içerisinde Budist Lâmaların Vinaya Pitaka ismi verilen mabette okunan, Pitakaları ezberleme gayreti içerisinde olduğunu görüyoruz . Budist olan turistler, ziyaretçiler saygıyla bu Vinaya Pitaka ezberleme seanslarını izliyorlar ve mabetten ayrılmadan önce Lâmaların oturmuş olduğu platformun arka kısmında yer alan sunu ve bağış taslarına ciddi miktarda para bırakarak ayrılıyorlar. Mabet ziyareti, bir nevi, Lâmaların geçimlerini sağlamış oldukları zorunlu bağışa dönüşüyor. Bu esnada Koreli olduğuna kanaat getirdiğim bir turist hanımefendinin, Pitaka ezberleyen Lâmaların sıralarının arasına boylu boyunca, yüz üstü yere uzanarak yapmış olduğu secde dikkatimizden kaçmıyor. Mabet ziyaretini tamamlayarak Erdene Zuu Manastırı'ndan çıkıp araçlarımıza binerek hemen tapınağın önünde bulunan Karakurum'a doğru hareket ediyoruz. Artık, Budist inancına göre de hacı olduktan sonra Kara kuruma gidebiliriz.
Karakurum, Moğollar "Harhorin" diyorlar. Cengizhan'ın devletinin başkentliğini yapmış olmasına rağmen, günümüz itibariyle, Anadolu'daki küçük bir kasaba büyüklüğünde bir şehir. Şehir demişken, öyle ışıklı vitrinler, çok katlı binalar, Avm'ler, asfalt yollar, kaldırımlar hayal etmeyin. Şehir içerisindeki yolların toprak olduğu, toprak olması sebebiyle mevsimsel etki ile çukurlarla dolu yollarla kaplı, ahşap çitlerin ortasında, tek katlı tuğla, briket veya ahşaptan yapılmış, renkli çatılı evlerin yanı sıra her avluda bir veya iki tane Moğol Geri'nden oluşan yaşam alanlarının oluşturmuş olduğu şirin, otantik bir kasaba görüntüsü var. Karakurum'un içerisinden geçip hemen diğer yanındaki Orhun Nehri kenarındaki çayırlığa inip kısa bir müddet konaklıyoruz. Atalarımızın, atlarını, davarlarını suladığı Orhun Nehri, bizim için ırmak olmanın ötesinde, tarihi eser kıvamında bir değer ifade ediyor. Bizim konaklamış olduğumuz nehir kenarı, Anadolu'daki, özellikle İç Anadolu Bölgesi'ndeki bir nehir veya çay kenarından çok da farklı bir görüntüye sahip değil. Bundan dolayı kendimizi Anadolu'dan 9000 kilometre uzakta değil de sanki Anadolu'daki herhangi bir şehirden çıkıp, şehrin dışındaki bir nehir kenarındaymış gibi hissediyoruz. Orhun Nehri Moğolistan'ın güneybatı kısmında Arkhangai bölgesinde, Khangai Dağlarından çıkarak Moğolistanı güneyden kuzeye katedip, daha sonra Rusya topraklarına girip, toplamda 1124 kilometre boyunca kırımlar oluşturduktan sonra, Selenga Irmağıyla birleşerek, Baykal Gölünü besleyen bir nehir. Biz, nehir kenarında yemek molası verip açlığımızı yapıştırdıktan sonra, Orhun Nehri kenarında yapılabilecek en güzel ritüeli yapmak için hazırlanıyoruz. Atalarımızın atlarını, hayvanlarını sulamış olduğu, kar sularıyla beslenen ve eylülün son haftasında bile buz gibi suyu akan nehirde abdestlerimizi alıyoruz. Nehrin kenarındaki bir taşın üzerine çıkıp ezan okumayı da Rabb'im bu satırların sahibine nasip ediyor. Din Hizmetleri Müşavirimiz Sabri Demir Bey'in imametinde öğle namazlarımızı ihya ettikten sonra yola koyuluyoruz.
Güneye doğru, Gobi Çölü'nün başlamış olduğu noktaya doğru, Moğolistan'ın kırıklı, parçalı, çukurlu, yamalı yollarında ilerlemeye devam ediyoruz. Gobi Çölünün başladığı noktada bizleri Asya'ya özgü çift hörgüçlü develer karşılıyor. Burada kısa bir mola verip çift hörgüçlü develerle, bembeyaz Gobi çöl kumları üzerinde 15 dakika veya bazılarımız için yarım saat süren kısa bir tur yapıyoruz. Gobi Çölü, dünyanın en geniş sınırlara sahip 4. çölü. Yaklaşık olarak bir buçuk milyon kilometre karelik bir alana sahip. Bu alanın büyük bir kısmı, Çin sınırları içerisinde Gobi Çölü kumu, Arabistandaki çöl kumu yapısından daha farklı. Kum daha beyaz ve daha ince. Ve yanlış hatırlamıyorsam Gobi Çölü, kışları kar yağışı alan dünyadaki tek çöl.
Gobi Çölü'nde, çift hörgüçlü develerle olan turumuzun ardından tekrar araçlarımıza binip Başkent Ulan Batur'a dönmek üzere yola çıkıyoruz. Ancak yok şartlarının ne türlü sürprizlere açık olduğunu bilemiyoruz. Ulan Batur'a 80-100 kilometre kadar yaklaşmışken, yoldaki bir çukura sertçe girmemizden dolayı lastiğimiz yarılıyor. Mihmandarlarımız Jenisbek ve Yestai Beylerin gayreti ile lastiğimizi tamir edip/ettirip tekrar yola koyuluyoruz. Ve ancak yatsı namazı vakitlerinde, Ulan Batur'a giriyoruz. Akşam yemeği yemek üzere, Ulan Batur merkezde yer alan ve Ankara'lı bir vatandaşımızın işletmiş olduğu Turkish Ankara Restorana ulaşıyoruz. Haftaya, Moğolistan'a gidiş amacımız olan, Moğolistan Milli Üniversitesi'ndeki derslerimizi ve yaşadıklarımızı anlatmaya devam edeceğiz.