Dağlım, özlediğim…
Gecenin sessizliğini kuşandım ve sana yazıyorum. Sabah, bir şehirde uyanmadan çorba içiyor, gece, bir başka şehrin salaş bir lokantasında dalgın, mahmur ve bazen de gözlerim dolu dolu bir şeyler yiyor, bilmediğim sokaklarda görmeden, bakmadan dolaşıyor, ne kaldığım otellerin, ne yemek yediğim lokantaların adlarını aklımda tutuyorum. Gelip geçiciliğin hamağında sallanıyor gibiyim.
İçinden su akan beldeleri daha bir sıcak ve sevimli buluyorum Dağlım. Bazen bu dere, çay ve ırmakların kenarındaki banklarda saatlerce oturuyorum. Otelde yer ayırtmama rağmen ulu bir caminin gölgesinde, derenin şırıltısını dinlerken… Uyuyup kaldığım zamanlarda oluyor. Hatırlıyorsun değil mi, geceden şehrine inmiş, seni beklemeye başlamış ve şöyle yazmıştım: “Tek kişilik bir hücreyi paylaştık: kalbimize yakındık, ölüme daha yakın! Diz dize, el ele oturur ve masal derdik.” Devamını getirememiş de uykuya yenilirken şunları yazmıştım: “Uyanık kalan, uyuyanın üzerini örter.” Aylar sonra, sen bu satırların devamını yazmış, şöyle demiştin: ”Üzerini örtmesem de uyandırsam seni, bir de kar bastırsa aniden, vursak kalbimizi tenha caddelere, sırrını ifşa eden geceye karşı sussak, yaslansak birbirimize, ağlasak.”
Dağlım. Bir Kızılderili kabilesinde su ve ateş için aynı kelime kullanılırmış. Konuşanın su mu ateş mi dediğini, cümlenin gelişinden anlamak gerekiyormuş.
Bana öyle geliyor ki, sevgiyi aşk mertebesinde yaşayan ve aşkı inanmanın bir cüzü sayanlar içinde “seven ve sevilen” için tek kelime yeterlidir. “Dağlım” denildiğinde, “beni de” anıyorsa insanlar, ateş ile su gibi, seninle ben de tek bir kelime olmuşuz demektir.
Yalnızlığımın tam ortasında sen varsın Dağlım.
Aslında “dağlı” ve güneşe hasret olan da benim Dağlım. Sen, çayır çimen bir ova, sevgi dolu, tropikal bir iklimsin. “İçinde güneş var senin. Beni sana çeken de budur.”
Maçka deresinin kenarındayım Dağlım. Şu karşımdaki dağların ardı kadar yakınsın. Daha yakınsın. Hasretimde, mırıldandığım türküde ve kalemimim ucunda olan sen değil misin? Annem şöyle derdi: “Irmakta giysilerimi yıkarken sadece suyun akışını, bir de sırtımdaki güneşi hisseder ve türkü mırıldanırdım. Zaman dururdu, mutluydum, sonra ağladığımı fark eder, oraya öylece çömelir kalırdım. Ağlardım. Tek başıma ağlarken ruhumun yıkandığını hissederdim.” Şimdi annem hakikat âleminde, sen uzaksın. Her şey sürükleniyor; şu masa, yattığım şu oda, geçmişim, geleceğim, hüznüm, coşkularım… Engel olamadığım gözyaşlarım, çiçeklerim, kitaplarım, zevklerim, kentlerim, dostlarım, rüyalarım, -senden kalan siyah taşı sımsıkı tutuyorum avucumda- her şey, her şey şu gürül gürül akan Maçka deresine dökülüyor sanki bu gece.
Camı açıyorum. Gün ışıyor. İçeriye temiz hava doluyor. Dedelerimin gömülü olduğu yeşile doymuş dağlara bakıyorum. Ağlıyorum. Sabahın sesine kulak veriyorum, senin sesine benziyor: Duru, temiz, yüreklendiren. Sesin peşimi bırakmayan bir müzik gibi, tanıdık, bildik, içeri, sesin havayı dolduruyor, sesin türkü, sesin müzik, sesin yürek atışım oluyor ve dağlara sesleniyorum: Dağlım, seni çok özledim.