‘Yükseköğretim eskiden kaliteli idi!’ diye başlayan ardından ‘Her İl’e üniversite mi açılır!’ ile devam eden tartışma bugünlerde yeniden alevlendi.
Bu tartışma, somut verilere dayalı samimi bir değerlendirme mi,
Siyasal mücadelenin saha dilinin gereği üretilen algı mı!
Açıköğretim dahil 8 milyonu aşkın dinamik bir genç kitlesi, bu tartışmanın nesnesi olduğu için siyasal sonuçları mutlaka olacaktır.
Muhtemel siyasal sonuçlar Bizim ilgi alanımızda değil ama veri esaslı samimi bir değerlendirme yaptığımızda;
1982’de çağ nüfusunun ancak % 6’sı yükseköğretim hizmeti alabiliyordu. Ak Parti’nin iktidara geldiği 2002’de yükseköğretimden yararlanma oranı açıköğretim hariç % 20’ler seviyesinde, açıköğretim dahil % 24’ler civarında idi. Bugün ise açıköğretim hariç yükseköğretimden yararlanma oranı % 45’i aşmıştır. Açıköğretimi dahil ettiğimizde çağ nüfusunun tamamı yükseköğretimden yararlanabiliyor. Dünya ortalamasının % 33 olduğunu düşündüğümüzde gençlerimizin tamamının yükseköğretimden yararlanabilmesi büyük bir başarıdır.
1982’de az sayıda seçkin zümrenin yararlandığı elitist bir anlayışla sunulan yükseköğretim hizmeti, bugün isteyen herkesin erişebildiği kamu hizmetine dönüşmüştür. Eğitimin kalitesine dair mukayesede bulunabilmek için kalite göstergelerine ihtiyaç vardır. Elitist eğitimin kalite göstergeleri ile kitlesel eğitimin kalite göstergeleri doğası gereği farklı olacaktır. Ancak bu farklılığa rağmen gösterge olabilecek ilk husus, yükseköğretimde uluslararası ligdeki yerimizin son yıllarda nasıl bir değişim gösterdiğidir. Yükseköğretimin niteliğine dair ölçeklerde başarı sıramız ölçeğine göre değişmekle beraber, on yıllardır 20-25'li sıralar civarındadır. Ekonomi büyüklüğünde sıramızın 17-20.sıralar olduğu düşündüğümüzde akademimizin dünya ligindeki sırasının makul olduğu söylenebilir.
Burada paradoksal olan husus, yükseköğretime ulaşılabilirlik noktasında destansı bir başarıya imza atan, her bir göstergede Dünya ortalamasından en az % 50 daha iyi durumdaki Türkiye, yükseköğretimin niteliği noktasında da benzer bir başarıya imza atabilir mi?
Bu mümkün,
Ama günü kurtaran çözümlerle değil.
‘Her İl’e Üniversite’ stratejisi ile yükseköğretime erişim problemi kalmayan ve çağ nüfusunun tamamının yükseköğretim hizmeti alabildiği bir konjukturde, üniversitelerimiz kolay olanı tercih etti ve yatay büyümeyi önceledi. Fakülte ve yüksekokullar açılırken, öğretim programları düzenlenirken, işgücü piyasasının talebi dikkate alınmadı. Bu, üniversite mezunlarının işsizlik oranının, ülkenin genel işsizlik oranının 2 katını bulmasına neden oldu.
Mesleki bilgi ve beceri transfer edemeyen, diplomalı işsiz yetiştiren üniversite, cazibesini kaybetti. Bunun yıllar içinde tekrar ettiği, bir çözüm üretilemediği görülünce önce MYO programları ardından lisans programları boşaldı.
YKS yerleştirmelerinde örgün programların kontenjanlarının yüzde 20’si boş kalırken,
169 programı 1 öğrenci bile tercih etmez iken,
1200’den fazla programı tek rakamlı sayılarda tercih gerçekleşirken,
Bu programları açan, açılması için onay veren üniversite yönetimleri ve YÖK,
Bu programların açılması için baskı yapan siyasetçiler bir özeleştiri bile yapmadı, yapamadı.
Öğrenciliğin işsizliği ikame eden bir mesleğe dönüşmesinden hiç kimse rahatsızlık duymadı.
Evet, yükseköğretim sistemimiz büyük bir krizdedir, yapısal bir krizdedir. Yapısal çözüm üretilemezse bu krizin derinleşeceği açıktır.
Yapısal çözüm önerilerinde kritik metin, yükseköğretimi dizayn eden 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’dur. 2547 Sayılı Kanunun 68 madde ve 81 Geçici madde ile 121 sayfadan oluşan bir metin olarak değişmeyen maddesi kalmadı. İlki yayınlandıktan 6 ay sonra yapılan değişiklikten sonra bugüne kadar 84 Kanun, 21 Kanun Hükmünde Kararname, 10 Anayasa Mahkemesi Kararı ile Yükseköğretim Kanunun değişikliğe uğramamış maddesi yok gibidir. Bu nedenle tadilat değil, topyekün yeniden yazım ile öneriler ete kemiğe bürünmek zorundadır.
Ama öncelikle ortak akıl, ortak aklı aramalıyız.
İhtisas üniversiteleri, tematik üniversiteler, araştırma üniversiteleri, atıflar, yayın kalitesinin yükseltilmesi, üniversite-sanayi işbirliği, üniversitenin bilgi üretme kapasitesinin geliştirilmesi, istihdama yönelik öğretim programları gibi Yükseköğretime dair her alanda önerilerde bulunan, karar alıcılara rehberlik yapan, zaman zaman da en sert eleştirileri yapan Türkiye’nin en büyük STK’sının şube başkanı olarak söylüyorum ki;
Türkiye'nin yükseköğretime ulaşma problemi kalmadığına göre yükseköğretimdeki yapısal reformları başararak Dünya Bilim Ligindeki 20-25 bandındaki sıralamamızın hızlı bir şekilde önce 15-20 bandına ardından da 10-15 bandına yükseltilmesi mümkündür. Dünya Biliminde Süper Lige yükselmemiz mümkündür, başarabiliriz.
10 yıldır çıkabilmek için çabaladığımız orta gelir tuzağından çıkabilmemiz bu reformu başarabilmemize bağlıdır.
Yükseköğretime ulaşılabilirlik noktasında destansı bir başarıya imza atan Türkiye, yükseköğretimin niteliği noktasında da benzer bir başarıya imza atabilir.