BAE Veliaht Prensi’nin Ankara ziyareti ve ziyarette alınan kararlar sadece Türkiye’nin değil, aynı zamanda bölgemizin ve dünyanın gündemini altüst etti. Ajanslar ziyareti, flaş haber olarak verip, ciddi bir yer ayırdılar. Belli bir dönemden beri yumuşama işaretleri verilmiş olmasına rağmen ziyaretin fiiliyata dökülmesi ve imzalanan anlaşmalar şaşırttı.
Yeni ve farklı bir dönemin işareti olduğu hususu tartışılsa da doğrudan yatırım yapılması yönündeki karar nedeniyle ilişkilerin bir üst seviyede devam edeceğinden herkes emin. Bir defalık bir ilişki değil, görünür olup, fiili olarak ekonomik ve ticari faaliyet yürütecekler.
Olayı sağlıklı biçimde değerlendirmek adına mezkûr ülkenin yapısını ve iç ilişkilerini anlamak gerekiyor. Yedi Emirliğin bir araya gelmesiyle kurulan ve 1971 yılında İngiltere’den bağımsızlığını kazanan siyasi yapı bir devletten öte, şirket görüntüsü veren bir oluşumdur.
Emirlikler kuruluşunda kendilerine biçilen rolün gereği olarak, belli politikalarda uzlaşabilirken bazı alanlarda farklı politikalara sahipler. İç işlerinde serbest, dış ilişkilerinde beraber hareket ediyorlar.
Arap Baharı olarak anılan 2010 sonrası dönemde Türkiye ile yollarını belirgin biçimde ayırmak suretiyle, düşmanlık ve kinlerini sürekli olarak arttırdılar. İsrail aleyhtarı oluşumlardan hep rahatsız oldular ve bölgesel anlamda Siyonist güçlerin taşeronluğuna soyundular.
Türkiye’nin tam bağımsızlık yolundaki tüm adımlarına karşı çıktılar; Mısır’ın seçilmiş devlet başkanı Mursi’den hazzetmediler; Suriye’de sükûnetin sağlanmasını istemediler; Kuzey Irak, Dağlık Karabağ, Afganistan, Doğu Akdeniz, Lübnan ve Libya gibi müdahale alanlarında hep Türkiye’nin karşısında durdular.
Oysa BAE’yi oluşturan yedi emirliğin tamamının ‘Türkiye’ diye bir dertleri yok. Kendi içlerinde homojen değiller: Tıpkı ABD, AB gibi. Türkiye’yi sevenler, sevmeyenler ya da tarafsız olanlar mevcut.
Türkiye’ye karşı cephenin başını Dubai ve Abu Dabi çekiyor. Diğerleri, içeride kendi menfaatlerine dokunmayan bu taşeronların dışarıdaki operasyonlarına ses çıkarmıyorlar. Gezi Olayları, 17-25 Aralık kalkışmaları, 15 Temmuz darbe girişimlerinde aktif rol aldılar. Libya’da Hafter’i, Karabağ’da Paşinyan’ı, Mısır’da Sisi’yi, (Doğu) Akdeniz’de Miçotakis-Anastasiadis’i destekliyorlar.
Son dönemlerde Türkiye’nin yukarıda sıralanan ülke ve bölgelerde elde ettiği başarı, ülkenin bu Emirlik açısından vazgeçilemezliğini teyit etti. Bağımsız politika izlemesi nedeniyle ilke ve uygulamaları Rusya-Çin-İran hattını rahatsız ediyor. O nedenle bazen ‘düşmanımın düşmanı’ diyorlar, bazense ‘düşmanımız’.
Karışık duygulara sahipler: Ne bizsiz, ne de bizimle olabiliyorlar. Türkiye aslında dostunun da düşmanının da ihtiyaç duyduğu bir ülke: Batmasına asla izin verilmez. Düşmanı bile zor duruma düşmesini ister, ama batmasına rıza göstermez.
Türkiye tek kalemde silinip, atılamaz. Atsalar, yerine kimi ikame edilecekler? Türkiye’nin boşluğunu kim doldurabilir? Türk halkının kahir ekseriyeti 17-25 Aralık ve 15 Temmuz’a karşı çıktı. Toplum Siyonist-sever kitleyi sevmiyor: Siyonist taşeron FETÖ bundan dolayı kaybetti.
Türkiye olmasa, sadece bölgemiz değil, tüm dünyada dengeler mecrasından çıkar, ülkeler batar. Dünya yanar. Balkanlar, Ortadoğu, Kuzey Afrika, Kafkasya darmadağın olur.
Pandemi şartlarıyla terbiye edilen hâkim ülkeler bunu hiçbir zaman istemezler. Türkiye uluslararası taahhütlerini yerine getiren, verdiği sözü tutan, demokrasiyi tatbik etmeye çalışan, hukukun üstünlüğüne inanan bir ülke.
BAE ziyaretini bütün bu veriler ışığında değerlendiriyorum. Tüm düşmanlıklarına rağmen, siyasi ve ticari ilişkileri zarara uğratmamalarını buna bağlıyorum.
NATO, AB, ABD, Almanya, Fransa, İsrail, Rusya, Çin, İran, Mısır, Sırbistan farklı mı? Ermenistan bize yanaşmaya çalışmıyor mu?
Türkiye’den vazgeçilemez: Ekonomi, kültür, siyaset, teknoloji ve sosyal bağlarıyla bölgenin ve dünyanın sigortası konumunda. Yorumumu abartılı bulanlar olabilir.
Durum bundan ibaret…