Türkiye uzunca süredir verdiği ‘normalleşme’ mücadelesinin meyvelerini 12 Eylül 2010 referandumundan sonra toplamaya başladı. O döneme kadar kayda değer bir başarı ortaya konulamamıştı. Bugün siyaset, devlet ve bürokrasinin tabii seyrine girmekte olduğunu söyleyebiliriz.
Normalleşebilmek için geriye dönmemiz, belli bir dönemden itibaren Türkiye’ye ayar verilmeye çalışıldığını bilmemiz gerekiyor. Bu dönem kanaatimce Tanzimat idi. Tamamen ‘dışarıdan’ yapılan bir baskıyla ‘tanzim’ edilmek istendik. Milletimiz bu ‘düzenlemeyi’ hiçbir zaman içine sindiremedi.
Bundan sonra sistem, devlet ve toplum olması gerektiği gibi şekillenmedi. Bugün o dönemde yapılan müdahalelerin sancılarını çekiyoruz. Çanakkale’den sonra işler iyice sarpa sardı. Yetişmiş insan gücü kaybedildikten sonra meydan üç-beş ‘kendini bilmeze’ kaldı.
Oysa o gün bize devrimleri ‘dikte eden’ İngilizler öyle yapmadılar. 1688 yılından beri yavaş yavaş şekillenen bir sistemleri var. Tamamen kendi kaynak ve iradeleriyle bugünlere kadar geldiler. Din, devlet ve toplum uyumlu şekilde gelişti. Evrim o kadar doğal ve problemsizdi ki II. Dünya Savaşı sonrası dönemde İmparatorluk iddiasından vazgeçerek Büyük Britanya devleti formuna geçişlerini kimse yadırgamadı, fark bile etmedi.
Kendileri bu şekilde değişip, dönüşürken bize müdahale ettiler. Bizde değişim ve dönüşüm normal mecrasında ilerlemedi. III. Selim ve II. Mahmut dönemlerinde başlatılan reformlar, değişim ve dönüşüm çabaları kendi haline bırakılsaydı eminin bugünkünden daha az sorun yaşar, daha az sancı çekerdik. Tüm göstergeler bakımından çok daha iyi bir durumda olabilirdik. Ama olmadı. Tanzimat ve Islahat bizi Çanakkale’ye ve Cumhuriyete taşıdı.
18 Mart günü sosyal medyada ‘Çanakkale geçilemez’ paylaşımları yapan İngiltere Büyükelçisine sormak lazım: Peki, kendileri öyle bir değişimi tercih ederken bize neden ‘müsaade’ etmediler? Tartışmak lazım; hilafet kaldırılmak zorunda mıydı? Harf devrimi bize ne kazandırdı, ne kaybettirdi? Batı’nın kılık kıyafetini, şapkasını niçin almak zorunda kaldık? İstiklal Mahkemelerinde o kararları vermek zorunda mıydık? Kemalizm ne? Kim getirdi gündeme? Din, devlet ve toplum niçin bugün bu durumda?
İngilizler kendileri ne yaptılar? Nasıl yaptılar? Bugün ne durumdalar?
İngiltere Kraliçesi, İngiliz Kilisesinin başı; en yüksek ruhani lideridir. Yani ‘Protestan İngilizlerin’ Halifesi. Kraliçe aynı zamanda dünyevi iktidarın da başı. Birileri duymasın ama İngilizler ‘bu anlamda laik değil’. Bizde bu konuları konuşamaz, tartışamazsınız. Gündeme getirmeniz bile mümkün değil. Kraliçe aynı zamanda sayıları 54’ü bulan İngiliz Milletler Topluluğu’nun da lideri. Adeta ‘halifesi’. Üzerlerinde ciddi bir otoritesi var.
Çok iyi işlediğinden kuşku duyulmayan İngiliz idari sistemi kilisedeki yapılanmaya uygun şekilde planlandı. Şehir (city), kasaba (town) ve köy (parish) idareleri buralardaki kiliselere göre düzenlendi. Nerede, en büyük kilise olan, Katedral varsa orası nüfusu ne olursa olsun ‘şehir’dir. Bir alt kilisenin bulunduğu yerse ‘kasaba’ olarak isimlendirilir. Nüfus, ekonomik göstergeler ve gelişmişlik seviyesi fark etmez. En altta ise, dini hiyerarşide en düşük kiliselerin bulunduğu yer, yani ‘köy’ vardır.
Önemli olan kilise hiyerarşisidir, sosyo-ekonomik ve demografik göstergeler değil. Bu nedenle bazen bir milyonu geçen nüfusu olan yerlere ‘kasaba’, elli bin nüfuslu yerlere ise ‘şehir’ denebilir. Mesela Bristol çok gelişmiş bir sanayi bölgesidir. Her açıdan çok yüksek standartları bulunur; nüfusu bir buçuk milyon civarındadır, ama bir kasabadır. Zira Katedrali yoktur. Lakin aynı bölgede, kırk mil yakınında yer alan ve kasaba görünümündeki, kırk bin nüfuslu Taunton’sa şehir.
Şehirde bulunan Katedral papazına ‘rektör’ denir, kasaba papazına ise ‘dekan’. Üniversitelerin mezuniyet törenlerinde giydirilen cüppe, papaz cübbesidir. Nereden biliyoruz? Öğrenciler o cüppeleri kilise malzemesi satan yerlerden kiralarlar. Mezuniyet töreninde Katedral papazı dua eder ve cüppe giydirir. Üniversite senatolarında ve yönetiminde kilise temsilcileri mutlaka bulunur.
Yukarıda, İngiltere’den birkaç örnekle, onların dışarıdan müdahale olmadan, evrim yoluyla şekillenen sistemleri ile ilgili bilgi verdik.
Ülkemiz maalesef tabii seyrinde şekillenmedi. Hilafetin kaldırılmasıyla İslam dünyası başsız kaldı. Eğitim, öğretim, idari sistem, hukuk düzeni, sosyal hayat, ekonomik ilişkiler Batının istediği doğrultuda değiştirildi.
Biz hilafetten vazgeçip, İslam Dünyası üzerindeki otoritemizi bırakırken, İngilizler eski sömürgeleri üzerindeki egemenliklerini Kraliçe aracılığıyla artırma derdinler. ‘Saltanatı ilga’ etmediler. Biz dine, toplumsal düzene ve devlete ilişkin olmadık adımlar atarken, onlar o değerlerle barışık kalmaya odaklandılar.
Daha dün Tunus’ta kanlı bir baskın gerçekleştirildi. Din adına hareket ettiğini söyleyen zekâsızlar İslam dünyasını daha da karıştırmak istiyorlar. Ama Ümmet birlikte refleks veremiyor. Yüzyıl önce bölünmüş, parçalanmış.
Yeni Türkiye bunları da tartışmalıdır. Geçtiğimiz aylarda Cumhurbaşkanımız Üniversiteler için Külliye terimini kullanınca birileri nasıl da tepki verdiler. Oysa bize uygun olanı o.
Kullandığımız kelimeler, kavramlar, kurumlar ve kuruluşlar bize ait değiller. Öz değerlerimizden uzak ve kendi terimlerimize sahip olmadan Batı kelime ve kavramlarıyla düşünüp onların kurum ve kuruluşları aracılığıyla yönetmeye çalışıyoruz.
Türkiye en kısa süre içinde temel meseleleri yeniden tartışmak zorunda. Buna kullandığımız tüm kelime ve kavramlar da dâhil. Kurumlar, kuruluşlar ve anayasa yeniden tanımlanmalı, bize uygun şekilde ‘içi’ doldurulmalıdır.
20. YY’ın başında üstünü küllediğimiz tartışmaları bugün sağlıklı bir ortamda yapmadan ilerleyemeyiz.
Kendi geleceğimizi, ancak kendi terminolojimizle inşa edebiliriz.