TÜRKE YÜZ KARASI: BORALTAN

Gülşen Yılmaz

“Boraltan bir köprü, aşar geçer Aras’ı,

Yuğsan Aras suyuyla, çıkmaz yüzün karası…”

Sadece şu mısra bile insanın içini yakmaya yetiyor aslında. Evet, tarih yalnızca doğru işlerle bezeli bir olgu değildir. Yanlışlar, hatalar da yaşanmıştır. Ama galiba Boraltan büyük bir istisnadır ve Türk tarihinden yıkanarak bile çıkmayacak bir faciadır. Boraltan deyince Türk’te söz biter, dişler sıkılır, nedenler nasıllar havada uçuşur. Ya da belki bunların hiçbiri olmaz. Çünkü Boraltan Faciası Türklere unutturulmuş tarih sayfalarından silinmiştir. O yüzden şimdi bu mevzuyu irdeleyeceğiz gündeme getireceğiz ki bir daha böyle elim olaylar tekerrür etmesin.

1920’de Ruslar Azerbaycan’ı işgal ederek, oradaki Türk halkını da yanında 2. Dünya Savaşı’na sürükledi. Üstüne üstlük bir de savaşın ardından Almanlara esir düşen Azerbaycan Türklerini “Siz Almanlarla işbirliği yaptınız.” diyerek ya infaz ettirdi ya da Sibirya’ya sürdürdü. Hem yok yere savaşa girip hem de savaş sonu fatura kesilen Türklerden 146’sı bir şekilde kaçarak 1944 yılında Aras Nehri’nin üzerindeki Boraltan Köprüsünden geçerek Türkiye’ye sığındılar. Rus Türk’ü ezmeye çalışır. Türk Türk’e sığınır. Buraya kadar her şey tarih sahnesinde gördüğümüz gibi… Bundan sonraki süreçte Türkiye’nin de kucak açıp sığınmacılara sahip çıkmasını bekleriz, Ruslara rest çekmesini umarız öyle değil mi? Ama maalesef böyle olamadı!

Rezalet bu dakikadan sonra başladı!

Ruslar, ellerinden kaçırdıkları Azerbaycan Türklerinin Türkiye’ye sığındığını duyunca geri istedi. Dönemin şartlarından çekinerek; “Aman kimseye bulaşmayalım.” felsefesini kendisine düstur eden İsmet İnönü bu isteği duyunca hiçbir şekilde diklenme ihtiyacı duymadan 146 kardeşimizin Ruslara iade edilmesi emrini vermiştir. Emri alan Karakol komutanı şaşkın sinirli ve çaresizdir. Kulaklarına inanmaz. Emri tekrar tekrar teyit ettirir fakat İnönü hiçbir şekilde geri adım atmayarak kardeşlerimizin Rus askerine verilmesini yineler. Karakol komutanı bu emir üzerine dehşete düşer. Karşısında güzel haber bekleyen kardeşlerinin gözlerine nasıl bakmışsa artık durumu anlayan Türkler; “Ne olur bizi teslim etmeyin. Bizi burada siz kurşuna dizin, kendi toprağımızda, kendi öz gardaşımızın, kendi bayrağımızın altında bizi öldürün!” diyerek komutana sarılırlar fakat komutan o kadar çaresizdir ki elinden bir şey gelmez. Hatta o komutanın bu olaydan sonra psikolojisi bozulup intihar ettiği söylenmektedir. Bu durum karşısında komutan 146 kişiyi gruplara ayırarak ilk grubu Rus askerinin beklediği köprünün diğer ucuna gönderir. Grubu gören Ruslar yaklaşınca direkt oracıkta infaz ederler. Bir düşünün! Komutansınız! Türk kardeşleriniz gözünüzün önünde kurşunlanıyor. Hisleri içinden taşan komutan Ankara’ya tekrar telgraf çekip vaziyeti bildirecek olsa da İnönü’nün tavrı serttir.

“Hepsini iade edin!”

Bu vicdandan yoksun emir karşısında bütün Türk kardeşlerimiz Rus askerine verilir. Ve iade edilen tüm Türkler oracıkta birer birer infaz edilir. Tarih bunu yazmaz! Çünkü bizim tarihimiz sadece hatırlanması istenen bilgileri verir bize. Oysa tarihteki şahsiyetler sadece güzel yönleri ile anılmayarak yapılan hatalar da görülmeli, özeleştiri yapılarak tekrara mahal bırakılmamalıdır.

Bu olayı Ordinaryüs Profesör Reha Oğuz Türkkan hocamızdan bir program da dinlemiştim. Yakın tarihimize ışık tutan Rahmetli Türkkan Hoca o program da şöyle bir anekdot verir yazıyı bu anekdotla bitirmek istiyorum; “1944 başları idi. Rusya’dan kaçıp Türkiye’ye sığınan Türklerin Rusya’ya iade edileceğini duyduk. Bunun üzerine ben Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Kemal Gedeleç’i aradım. Kendisine maksadımı belirtmeden İsmet Paşa ile çok tanışmak istediğimi söyledim. ‘Elini öpmek için bir randevu verir misin?’ dedim. ‘Olur.’ dedi ve bir süre sonra telefon etti. ‘Şu gün şu saatte orada ol ama Paşa seninle ancak ayakta konuşacak, programı dolu.’ dedi. Gittim Kemal Bey beni takdim eder etmez; ‘Paşam Türkleri iade etme konusunda rivayetler dolaşıyor doğru mu?’ dedim. ‘Siz kimsiniz, ne karışıyorsunuz?’ dedi. ‘Eğer kardeşlerimiz teslim edilirlerse muhakkak kurşuna dizilecekler!’ dedim. Paşa; ‘Siz karışmayın, biz kararımızı verdik’ dedi. Ben; ‘Eğer kararınız teslim etmek yönünde ise tarih önünde çok ağır bir yükün altına gireceksiniz. Osmanlı Devleti bütün baskılara rağmen kendine sığınan Polonyalıları bile vermemişti. Bu davranışından dolayı İngiltere’de Osmanlı sadrazamının arabasının atlarını çözüp gençler çekmişti. O Sadrazam ne kadar şeref payesi almışsa siz de o kadar aksini alacaksınız. Tarihe kara bir leke olacaksınız.’ dedim. Çok kızdı. ‘Sen git dersine çalış. Ne karışıyorsun.’ deyip çıktı. Sille tokat beni dışarı attırdı. Daha sonra bu insanları verdiler. Müthiş sansür vardı, ve hiçbir haber yayınlayamadık bu konuda…”