Malumunuz olduğu üzere bazen ara ara dikkatimi çeken yazıları köşeme taşımaya çalışırım. Bu yazılar çoğu zaman Türk fikir tarihinde iz bırakan şahısların yazıları oluyor. Bugün de onlardan birisi olan Hüseyin Nihal Atsız’ın yazısını size ulaştırmak istiyorum. Atsız’a olan bakış bazı çevrelerde farklı olsa da hiç şüphesiz yazıları, günümüze kadar etkisini sürdürdüğünü itiraf etmemiz gerekir. İşte o yazısından birisi de 14 Şubat 1964 tarihinde Ötüken dergisinin 2. sayısında yayınlanan “Türk Milletinin Asıl Meseleleri” yazısıdır. Yazını olduğu gibi size aktarıyorum:
“Dünya gitgide daha çok modaların tesirinde kalıyor. Moda artık yalnız iradesiz kadınları değil, fikir ve sanat alanını da dalgalandıran bir faktör oluyor. Bakıyorsunuz günün birinde bir kitap yahut bir yazar moda olmuş, herkes ondan bahsediyor; başka bir günde siyasi ve iktisadi bir rejimin dilden düşmediğini görüyorsunuz. Bizdeki bu türlü son modalardan biri sosyal adalet, bir ikincisi de sosyalizmdir.
Bu türlü modaların gelip geçmesinden, tartışılmasından milletçe bazı faydalar sağlanır mı, belli değil. Zararı ise asıl davaları unutturmasındadır. Asıl dava deyince bugün pek çok konuşulan kalkınma ve toprak reformu değil, onlardan daha önce düşünülmesi gereken, onlar olmadıkça bütün reformların neticesiz kalacağı muhakkak bulunan konuları kastediyoruz.
Türklüğün “olma veya ölme” davası ekonomik kalkınmadan önce sağlık, ahlak, milli şuur davalarıdır. Sağlık fizik olarak, ötekiler manevi olarak milleti yaşatacak, yaşamaya kabiliyetli kılacak, kalkınma ondan sonra gelecektir.
Bu sözlerin anlamı, hiç şüphesiz, bugün başlayan kalkınma durdurulsun da; ötekilere el atılsın demek değildir. Fakat maddi ve ruhi sağlığı tamamlanmamış, görev ahlakı son dereceye yükselmemiş ve milli şuuru parlamamış bir toplumun refahından ne çıkar? Refahtan, kalkınmadan maksat bir millet olarak, yani başka milletlerden ayrı olarak kendi özelliklerimiz ve geleneklerimizle yaşamak, üstün olmak değil midir? Milli şuur olmadıktan sonra, ahlak olmadıktan sonra, milli varlık nasıl korunabilir? Sağlamlık derken de yalnız gövde sağlamlığını değil, onunla birlikte ve ondan daha çok ruh sağlamlığını kastediyor ve İkinci Cihan Savaşı’ndan önce iki Avrupa milletinin davranışını da örnek diye veriyoruz:
Almanya, Çekoslovakya’yı birkaç saatte işgal edip Almanya’ya kattığı zaman Çekler bunu kabul ettiler. Bu koca tarihi olayda yalnız bir karakolda bir tek Çek neferi öldü. Yani koca bir devlet ve ordu içinde milli haysiyeti olan bir tek insan çıkabildi. Almanya’nın nüfusu 70, Çekoslovakya’nın 12 milyondu ve Çekoslovakya kültür ve teknik bakımından Almanlarla eşitti.
Ruslar, Finlandiya’ya saldırdığı zaman Finler silahla karşı koydular. Ruslar, bir süre önce yuttukları Estonya, Letonya ve Litvanya gibi Finlandiya’yı da işgal etmek istiyorlardı. Üç ay kıyasıya çarpışıldı. Sonunda, Rusya bu ülkeyi almaktan vazgeçerek bir kısım topraklarını eklemekle yetinmeye mecbur kaldı. O zamanki Rusya’nın nüfusu 180, Finlandiya’nın 4 milyondu.
Bu iki örneğin ortaya koyduğu hakikat şudur: Küçük Finlandiya maddi ve manevi sağlamlık, görev ahlakı ve milli şuur bakımından çok kuvvetli olduğu için tarihteki savaşların en elverişsiz şartlarla yapılanında varlığını korudu. Çekoslovakya ise manevi sağlamlık ve görev ahlakı bakımından zayıf olduğu için tüfek patlatmadan teslim oldu. Teslim olduğu zaman Almanların eline 1582 uçak, 501 uçaksavar, 2175 top, 469 tank, 43.837 ağır makineli tüfek ve sayısız cephane geçmişti. Yani silah bakımından mükemmeldi. Memleket iktisadi refah içindeydi. En aşağı ilk öğrenim görmemiş tek fert yoktu. Ağır endüstrisi vardı. Finler 180 milyona karşı 4 milyonla yani 45 misli kuvvetle başa baş çarpışırken Çekoslovaklar 70 milyona karşı 12 milyonla yani 6 misli kuvvetle karşı vuruşmaya kıyışamadan teslim oldular.
Demek ki yüksek bir maneviyat ile milli şuur olmadan yalnız ağır endüstri, teknik, bilim ve refah milli hayatı emniyete almak için kafi gelmiyor. Üstün silahları düşmana karşı kullanan da nihayet maneviyat ve şuur olduğuna göre milli yapıda ilk önce milli şuur ve ahlak harçlarının kullanılması icap ediyor.
Türkiye’nin bugün en çok muhtaç olduğu şeyler bu manevi değerlerdir. Şimdi bunların neden düşmüş olduğunu, sorumlularının kimler olduğunu, bir yana bırakalım da tekrar nasıl elde edebileceğimizi düşünelim. Basın, sinema, sokak ve plajlar manevi yapıyı her gün baltalar ve kanunlar buna seyirci kalırken yarına güvenle bakmaya imkan yoktur. Bu yıkılmayı önlemenin başlıca iki yolu kanun ve eğitimdir. Manevi yapıyı bozanlara karşı kanunla sert tedbirler alınırken okul programlarıyla da manevi yapının yükseltilmesi cihetine gidilir. Kıbrıs’ta Türkler öldürülürken futbol maçı tartışması yapan hayvanları insanlığa döndürmenin başka yolu yoktur ve yarın varlığımıza saldırırlarsa Fin ve Çek örneklerinden birini tercih etmek de bugün tutacağımız yola bağlıdır.”