Dünya üzerindeki yaklaşık iki yüz civarındaki ülkenin neredeyse tamamına yakını, başta ekonomi olmak üzere siyaset, hukuk, insan hakları, demokrasi, toplumsal ve küresel barışın sağlanması gibi evrensel kriterler açısından yeniden bir sınavdan geçiyor. Bu konuda başı çeken ülkeleri ABD, Almanya, Japonya, İngiltere, Fransa, Kanada şeklinde sayabiliriz. Bu ülkelerin ortak özelliği, ileri demokrasi ve yüksek kaliteli yaşam standartlarını yakalamış olmaları ile gelişmiş ekonomiye aynı zamanda dünya ticaret hacminin yaklaşık %60’ında etkinliğini sürdürmeleridir. Emtia varlıklarına sahip oldukları için arz edilmesi yönünden oligopol anlamında tekel gücünü elinde bulunduran Brezilya, Rusya, Şili, Venezüella, Peru, Malezya, Güney Afrika vb. ve dünyanın fabrikası konumundaki Çin gibi gelişmekte olan ülkeler de, söz konusu sınavda önemli roller üstlenmektedir. Bu iki grup ışında kalanlar ise şayet varsa yer altı zenginliklerinin hatırına, göstermelik yardımlar, pansuman tedbirlerle ayakta tutmaya çalışılan, gelişmiş ve çağdaş ülkeler tarafından sömürülen geri kalmış ülkelerdir. Dünyanın içinden geçtiği ekonomik ve politik süreç, gelişen iletişim araçları sayesinde global ölçekte büyük bir çoğunluk tarafından daha dikkatli ve objektif olarak takip edilerek değerlendirilmektedir. Konuya bu gözle bakılınca ülkelerin demokrasi, evrensel hukuk normları ve insan hakları gibi en temel konularda düzeylerinin ne olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. En kısadan belirteyim; demokrasi, insan hakları, hukuk gibi faktörler bakımından ülkelerin incelenmesi ve bir yargıya varılması, elde edilecek çıkarın büyüklüğüne göre yapılmaktadır. Çünkü ABD, Almanya, İngiltere, Fransa gibi ülkeler için önemli olan evrensel insan haklarından ziyade, sonunda ortaya çıkacak durumdan ne kadar kazanca sahip olunacağıdır. Nükleer silah üretiyor bahanesiyle 1991 yılında Irak’a saldıran, binlerce masum sivil halkın, bebeklerin öldürülmesine neden olan, ürettikleri silahların denemesini yapan, yakıp yıktıkları binaları sonradan yine kendi firmalarına yaptıran, Orta doğunun petrolüne çöken ve şimdi de “pardon” diyerek konuyu pişkince, yüzsüz bir şekilde hata yaptıklarını söyleyerek sulandıran İngiltere’ye, ABD’ye, batı ülkelerine kim hesap sorabiliyor? Irak’a yapılan müdahaleden yirmi beş yıl geçmesine rağmen, dünyanın gelişmiş üç beş ülke (ABD, İngiltere, Almanya, Fransa) tarafından kendi çıkarları lehine dizayn edilmesi için ortada değişen isimler ve kelime oyunlarından başka bir arpa boyu mesafe alınmamıştır. Tek fark Irak’a müdahale olduğu zaman dünya kamuoyunun gerçekleri sonradan anlamasıyken, şimdi ise gelişen internet, görsel ve yazılı iletişim araçları sayesinde özellikle ABD’nin başını çektiği batılı ülkelerinin yine kendi menfaatleri gereği girişimlerde bulunduğunu, dünya kamuoyunun hemen anlamasıdır. O zaman Irak bahane ediliyorken, şimdi evrenselleşen terör faaliyetleri tekellerinde olan basın sayesinde sorun olarak dünya gündemine servis edilmektedir. Tilkiye tavuk güttürülmesi misali, dünyada kendi çıkarlarına gelmesi şartıyla tüm sorunları çıkaran, sonrada çözmeye çalışma süsü vererek daha da derinleştiren yine bu ülkelerdir. Terör örgütlerini, sadece Orta doğunun sürekli alev topu halinde kalması ve bu bölgedeki ülkelerin güçlenip gelişmemesi için örgütleyen, üst akıl fonksiyonunu üstlenen yine bu ülkelerdir. Avrupa’nın göbeğindeki Sırpların başlattığı Srebrenitsa katliamına seyirci kalan, ülkemizdeki 15 Temmuz darbe hatta işgal girişimin başarısız olmasına adeta üzülen yine bu ülkelerdir. Hillary Clinton’un terör örgütü tarafından seçim çalışmalarının büyük miktarlarda maddi olarak finanse edilmesi, bir çok terör örgütünün ABD tarafından yönetildiği gibi görüşlerin gündemde olduğu bir dünyanın, -yanılmak istiyorum- bundan sonrası zamanda savaşsız, silahsız, sakin bir gündemi olacağı düşünülemez. Çünkü genel doğruların ülkelere ve duruma göre değiştiği, ilkesiz, omurgasızlığın hakim olduğu bir ortamda kalıcı ve sürekli huzurun tesis edilmesi mümkün değildir.
Küresel ölçekte üretim ekonomisinin azalmasına bağlı olarak büyümenin yavaşladığı, ülkelerin finansal araçları yoğun olarak kullanarak gelişmeye çalışmalarından piyasaların volatilitesinin arttığı, terör eylemlerinin dünya ticaretini aksattığı ve bu durumun tekrar başa dönerek kısır döngü oluşturduğu bir süreci yaşıyoruz. Gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin temel sorunu, finansal sektörün mali büyüklüğünün reel ekonominin boyutlarına göre orantısız şekilde baskın hale gelmesidir. Yani ülkeler, yüksek teknolojiye dayanan mal üretmeden ve bunları dünya piyasalarında satmayı başarmadan büyümeye çalışmaktadırlar. Durum böyle olunca işin kolayına kaçarak finansal araçları kullanmaya yönelmektedirler. Ekonomilerin üretim temelinde yapılanmaması, finansal araçların likidite özelliğinin üretim ekonomisine göre kıyaslanamayacak şekilde fazla olması, üstelik küreselleşmenin kapsayıcılık özelliğin tüm ülkeleri içine almasından dolayı da, ülkeler çok kısa sürede istikrarsızlığa sürüklenebilmektedir.
ABD, Almanya, Japonya gibi gelişmiş ülkelerle BRIC olarak tanımlanan gelişmekte olan ülkelerin istihdam, tarım dışı istihdam, işgücüne katılım oranı, ortalama ücret artışları, enflasyon, dış ticaret hacmi, cari denge, toptan eşya stokları, gayrimenkul sektörünün gelişim hızı, imalat sanayi üretimi, kapasite kullanım oranı, petrol, doğal gaz ve emtia fiyatları gibi ekonomileriyle ilgili verilere dikkat edildiğinde, olumlu ve olumsuzluklar içerdiği görülmektedir. Türkiye olarak ulusal/küresel ekonomik ve siyasi tüm dayatmalara karşı ayakta kalabilmenin yolu, reel üretimi ekonomimize hakim kılmaktır.
Soru: Her talep artışı enflasyona yol açar mı? Neden?
Sözün Gözü: İnsanlar ikiye ayrılır, ağzıyla konuşanlar ve ağzıyla konuşmayanlar.