Ülkeler tabiata karbon salınımını azaltmak üzere çok ciddi bir yarış içine girdiler. Fosil yakıtlardan kurtulmak suretiyle yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelme anlamına gelen bu çıkış aslında dünyanın enerji tercihini ve gidişatını göstermesi bakımından önemli.
Büyük otomobil şirketleri elektrikli otomobil üretmek üzere ciddi bir çaba içindeler. Avrupa’da yollardaki elektrikli otomobil sayısı her geçen gün artıyor. Daha düşük maliyetle seyahat imkânı vermesinin yanında bakım ve onarım maliyetleri de daha ucuz.
Henüz benzin, motorin ve lpg’ye oranla oldukça düşük seviyelerdeki kullanımına rağmen geleceğin sektörü ve teknolojisi olarak kabul ediliyor.
Türkiye geçtiğimiz yıllarda stratejik bir kararla elektrikli milli otomobil üretme işine girdi. İyi ya da kötü niyetli pek çok kişi eleştirdi bu çabayı. Büyük otomobil şirketleriyle nasıl rekabet edecekmiş, Türkiye’de teknoloji yokmuş, kim satın alacakmış yönünde algı oluşturulmaya çalışıldı.
TOGG otomobillerinin ilk versiyonları 2023 yılında piyasaya sürülecek. Türkiye’de ciddi bir piyasası olacağını öngörmek için kâhin olmak gerekmiyor. İmkânı olanlar elektrikli otomobil almak istiyorlar, ancak fiyatlar ya çok uçuk-kaçık ya da bakım, onarım, yedek parça vs. konusunda destek mekanizmasının bulunup bulunmadığından emin olamıyor insanlar.
Bugün otomotiv sanayiinin önemli bir dönemeçte olduğu söylenebilir. Fosil yakıtlar her yerde yasaklanıyor ya da yüksek vergilerle cezalandırılıyorlar. Söz gelimi Londra’da 2017 öncesi piyasaya çıkan dizel otomobiller ekstra vergi ödemek zorundalar.
Bugün dizelin başına gelen, yarın benzinli otomobilin başına gelecek.
Oysa elektrik en temiz, en ucuz ve en sağlıklı alternatif gibi görünüyor şu an için.
Uyumlu aküler geliştirilip, akünün kullanım menzili 500 – 600 kilometreyi bulduğu günümüzde yarım saatlik hızlı şarzla % 80-90 oranında dolumun gerçekleştiği bir dönemde elektrik artık iyiden iyiye umut kaynağı oldu.
Türkiye’nin sektöre girme tarihi ve tercihlerinin ne kadar yerinde olduğunu açıkça görünüyor. Aynen SİHA’larla savunma sanayiine giriş yaptığı gibi.
Rakip olarak belirlenen ülkeler ve şirketler de yeni yeni geliştiriyorlar ellerindeki teknolojiyi. Onlara yetişmek zor değil, belki de belli açılardan daha iyi olmamızı engelleyen bir bariyer de bulunmuyor.
Öte yandan, benzin ve dizel teknolojilerine yetişmemiz hemen hemen imkânsız. Zira yüzyılda elde ettikleri aşamaya ulaşıncaya kadar onlar arayı bir yüzyıl daha açabilirler.
Sektöre çok daha önce girmiş olmalarından kaynaklanan rekabet üstünlükleri mevcut.
Eğer Devrim otomobilleri üretilmeye devam edilseydi o zaman farklı bir statüde olabilirdik. O fırsat kaçırıldı.
İlaveten, yerel yönetimler ve merkezi idarede ciddi bir geri dönüşüm, yenilebilir enerji kaynakları talebi ve bağlılığının bulunduğu da ifade edilmelidir.
Sadece kamu sektörü değil, üniversiteler ve özel şirketler de temiz enerji ve kaynak tasarrufuna yönelmiş vaziyetteler. 2030 yılına kadar sıfır karbon aşamasına gelmek istiyorlar. Yani, tabiata hiç karbon gazı bırakmama taahhüdünü gerçekleştirmeye çalışıyorlar.
Dünyanın gidişatı bu. Türkiye’de de benzer çabalar bulunuyor. Ancak öncelikle toplum buna hazır mı, bakmak gerekiyor. Poşet kullanımı paralı oldu diye demediğini bırakmayan tüketicimizin temiz enerji ve tabii kaynakları tasarruflu ve bilinçli kullanma alışkanlığını edinmesi için biraz zamana ihtiyaç var.
Evet, kaynaklar sınırlı. Ama insanlık sınırlı kaynakları durmadan yağmalıyor.
Geleceği görmek lazım.
İnsanımızın fedakârlığa alışması gerekiyor.
Kamu ve özel sektör bu konuda duyarlı olmak durumunda.
Öncelikle yerel yönetimler ve üniversiteler buna öncü olsa iyi olur. Topluma örneklik oluşturmaları gerekiyor. Böylece hem inancımızın kaynağı olarak, tasarruf ve tüketim bilinci kazanırız hem de kaynaklarımızı daha rahat ve uzun dönemli kullanırız.