Îmam-ı Gazzâlî (Hüccetü'l-İslâm Ebû Hâmid Muhammed bin Muhammed bin Ahmed el-Gazzâlî et-Tûsî) (d. 1058, Tus – ö.18 Aralık 1111, Tus) gerçekten çok değerli bir alimdir. Çağını aşmış, o günlerden bugünlere ışık olmuş çizgisinin nedenlerini çok düşünmüşümdür. Biliyorsunuz aslında Gazzâlî, Hasan Sabbah (Haşhaşiler) gibi bir zehir ocağının fikir ile kurutulabileceğini düşünen Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun baş veziri Nizamülmülk (d. 10 Nisan 1018 – ö. 14 Ekim 1092), tarafından 459'da (1067) Bağdat'ta kurulan Nizamiye Medresesi'nin en önemli temsilcilerindendir.
Mesela benim düşünceme göre, kendisine mütefekkir diyen her Türk’ün en az bir Îmam-ı Gazzâlî eseri okuması gerekir. Îmam-ı Gazzâlî kimdir? İsterseniz biraz anlatayım size; Gazzâlî İran'ın Horasan bölgesinin Tus şehrinde doğmuştur. İlk öğrenimini Tus'ta Ahmed bin Muhammed er-Razikânî'den almış, daha sonra Cürcân şehrine giderek Ebû Nasr el-İsmailî'den eğitim görmüş; 28 yaşına kadar Nişabur Nizamiye Medresesi'nde öğrenim görmüş, itikadi düşünce olarak Ebü'l Hasan Eş'arî'den ve ameli görüş olarak ise Îmam Şafii'den etkilenmiştir. Hocası, İmam-ı Harameyn lakaplı Abdülmelik el-Cüveynî, 1085 yılında ölünce Gazzâlî, Nişabur'dan Büyük Selçuklu Devleti'nin veziri Nizâmülmülk'ün yanına gider. Nizâmülmülk'ün huzurunda olan bir toplantıda verdiği cevaplarla diğer bilginlerden üstünlüğünü kanıtlayarak 1091 yılında Bağdat'taki Nizamiye Medresesi'nin baş müderrisliğine tayin edilir. Burada bilgisi ve edindiği öğrenci topluluğuyla kısa sürede ün ve saygınlık kazanır. Büyük eserler ortaya koyduktan sonra ilginç bir şekilde Hac arzusuyla medresedeki vazifesini bırakarak 1095 yılında Bağdat'tan ayrılır ve Şam'a gider. Burada tasavvufa yönelir, Ebû Alî Farmedî'nin de tesiriyle bu alana yoğunlaşır. Şam'da iki yıl kadar kaldıktan sonra 1097 yılında hacca gitmiştir. Hac sonrası tekrar Şam'a döner ve buradan Bağdat yoluyla tekrar Tus'a geçer. Şam ve Tus'ta bulunduğu sürede uzlet yaşamı sürdürmüş ve tasavvuf alanında ilerlemiştir. Bağdat'tan ayrılışından 11 yıl sonra, 1106 yılında Nizâmülmülk'ün oğlu Fahrülmülk'ün ricası üzerine Nişabur Nizamiye Medresesi'nde tekrar eğitim vermeye başlar. Buradan kısa bir süre sonra Tus'a tekrar dönmüş ve burada yaptırdığı tekkede müritleriyle birlikte sufi yaşamı sürmüştür. Gazzâlî, 1111 (Hicri 505) yılında hak vaki olunca doğum yeri olan İran'ın Tus şehrinde bu dünyadan Darül Bekaya intikal etmiştir.
Gazzâlî'nin yaşadığı dönemde İslam âleminde siyasî ve fikrî olarak büyük bir karmaşa hâkimdi. Bağdat'ta Abbasi halifelerinin gücü zayıflamasına karşın Büyük Selçuklu Devleti'nin sınırları giderek genişliyor ve nüfuzu da artıyordu. Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah'ın veziri Nizâmülmülk; savaş meydanlarında zaferler kazanıyor, ilim meclislerini destekliyor, medreseler açıyordu. Bu dönemde Mısır tahtında İslam hilâfetinin başında Şiî mezhebine bağlı Fâtımî Hanedanı vardı. Avrupa'da ise Endülüs Emevî Devleti gerilemekteydi. Birinci Haçlı Seferi de Gazzâlî döneminde yapılmış ve Gazzâlî 40 yaşında iken Antakya, Haçlılarca kuşatılmış ve Müslümanların elinden çıkmıştır. Bir yıl sonra da Haçlılar, Kudüs'ü ele geçirdiler. İşin ilginç tarafı şudur; İmamı Gazzâlî hiçbir eserinde Kudüs’ün Müslümanların elinden çıkmasından bahsetmez. Bu döneminde ciddi eleştiri konusu da olmuştur.
Şöyle düşünün, Felsefede yapılan hataları ortaya çıkarmak için bir Felsefe Eseri ortaya koyacak kadar değerli bir fikir insanı olan, risâle ve reddiyeleri ile birlikte 500'e yakın kitap yazdığı hakkında bilgiler olan, Mısırlı bilim insanı Abdurrahman Bedevî’ye göre 457 adet eser yazan Gazzâlî neden Haçlı Seferlerinden, Antakya’nın düşmesinden, Kudüs’ün işgal edilmesinden bahsetmiyordu?
Sizce Gazzâlî, boşuna böyle bir yol takip etmiş olabilir mi?
Bu konuda yazacağım çok husus var ama bugün birçoğu Müslümanların hoşuna gitmeyecek şeyler olacağı için ve biraz da çok açık yazayım, kendi ikbalimle ilgili endişelerimden dolayı yazmayacağım. Yani bir makam, bir mevki beklentisinde olduğumdan değil aman yanlış anlamayın, benim derdim mevki makam değil ama kavganızda yalnız kalmak gibi gerçekten çok büyük bir yük ile karşı karşıya kalıyorsunuz doğruları dile getirdiğinizde ve benim gibi çok aciz birinin omuzları da belli bir noktadan sonra bu yükü kaldıramıyor. Doğrularla değil de insanlar genelde hoşlarına gidecek konularla ilgileniyorlar. Böyle olunca da bu konuya girmeyeceğim. Sadece şunu anlatmayı yeğleyerek konuyu bitireceğim;
Evet dostlar, dünya üzerinde çağları aşan kavgalar vardır, mücadeleler vardır, bunlar bizim kaderimizle çoğunlukla da ilgili değildir, bu savaşlar kendi evreninde ve tamamen Allah’ın uzun zaman kader çizgisi çerçevesinde oluşmuş ya da oluşacak hususlardır. Kudüs benim düşünceme göre en çok da bu konuya yakışan bir kavganın adıdır…
Bakar mısınız, Roma’yı aşmış, Selçuklu’yu aşmış, Osmanlı’yı aşmış, sonra dünya her şeyi bırakmış Kudüs’ü Yahudileştirmek için 2 Dünya Savaşı yapmış, bu günlere gelinmiş, İsrail adeta Amerika Birleşik Devletleri’nin varlık nedenine dönüşmüş, cevheri konumunda, ana motoru konumuna bir yeni dünya düzeni kurulmuş… Allah (c.c.) Kabe’yi Müslümanların kıblesi yaptı ve böylece aslında kadim bir savaştan korudu belki de…
Bu bayramda bu konunun çok konuşulacağını biliyorum, yukarıda da bahsettiğim gibi ben bu konuyla ilgili başka bir şey yazmayacağım, sadece şu kadarıyla konuyu bitireceğim;
Devlet Adamlarımız ne olur başka devletlerle ilgili konuşurken söylemlerini yüksek oktavdan yapmasınlar. Uluslararası ilişkilerle iç siyaseti karıştırmanın, uluslararası ilişkilerdeki gelişmeleri iç siyasetin malzemesi yapmanın bedelini Türkiye son 10 yılda çok ağır sonuçlarla ödedi. Belki iç siyasette yapacağınız üst perdeden yüksek desibelli söylemlerle taraftarlarınızın gönlünü okşayıp onların kendilerini iyi hissetmesine neden olmuş olabilirsiniz, taraftarlarınızı bu söylemlerle muhafaza etmiş olabilirsiniz ama tarihin gerçekleri değişmez. Sonra bir bakarsınız, hayat başka sizin söyleminiz başka, oluşturduğunuz destansı tarihte ne yazık ki gerçekleri barındırmıyor.
Tarihte de böyle şeyler çok yaşanmıştır, Fransızların Roland Destanı mesela ilginç bir şekilde böyle yazılmıştır. Hıristiyan Fransız askerleri, İspanya’daki seferleri sonrası Fransa’ya geri dönmek için Pirene Dağları’ndan (Miladi 778) geçerken Hıristiyan Basklılar tarafından pusuya düşürülüp yok edildiler. Bu kanlı çarpışmada, Fransız Kralı’nın yeğeni Roland da öldürüldü. Ama bu olaydan Fransızlar abartılı, yalan bir destan oluşturdular ve Müslümanlara karşı Avrupalıların düşmanlığını körüklediler. Sonuçta da büyük katliamlarda sanki hep Fransız askerlerin intikamını alıyorlarmış hissi yaşatıldı katliamcılara… Süreç Endülüs Emevîlerinin katline kadar uzandı. Ne oldu peki, gerçekler değişti mi? Hayır değişmedi, sadece kanlı bir tarih kalmış oldu yalan destandan geriye… Zaten değişmezdi de… Hayat tersine akmaz, iç politikaya malzeme yapılmış bir uluslararası ilişki mevzusu, sonuçta aslında kültürünüz, medeniyetiniz ve sizi seven milletinize zarar vermiş olur.
Gerçekten kopmayın, kötünün, zalimin yanında yer almayın ama kimin tarafından yönetildiği meçhul bir avuç tuhaf tipin de peşinden koşup devletinize de coğrafyanıza da zarar vermeyin. Atacağınız aşırı adımlar sizin zayıflamanıza neden olabilir, işte o zaman düşman zaten kazanmış olur. Coğrafyamızı görmüyor musunuz? Türkiye’nin zayıflaması bugün için şeytanın en büyük arzusu ve hal böyle iken devlet adamlarımız aşırı, sloganik ifadelerle gerçeklikten kopmasın, muhalefet yapacağız diye de Türkiye’nin sağlıklı yol haritasında yanlışlara vesile olunmasın. Türkiye güçlü kalmalı, Türkiye’ye sadece Türklerin değil, inanın yer yüzündeki bütün mazlumların ihtiyacı var. Bunu da ne olur kimse aklından çıkarmasın.
Bu konuyla ilgili de diyebileceklerim bunlar.
Bayramınız mübarek olsun, neticede sakin olun, akıllı olun ve tarihin bizi aşan süreçlerini iç siyasete malzeme yapıp birbirinizi üzmeyin.
Ne dersiniz anlatabildim mi?