Sözü fazla uzatmanın manası yok. Âcizane, beni, köşemdeki yazılarımı takip
edenler bilirler ki siyasi olaylara ve özel günlere değin hemen hiçbir yazım
yoktur.
Bunun birkaç sebebi vardır. Birincisi: Siyasetin benim oynayabileceğim bir
oyun olmadığıdır. İkincisi: Bu toplumda yaşayan hemen her insanın siyaset
üzerine öyle ya da böyle bir şeyler söylediğini bilirim. Benim fazladan
söyleyecek sözüm yoktur. Üçüncü ve en önemlisi sebep ise pratik hayattaki
sabırlı mizacımı siyasi konularda gösteremiyor olmamdır.
Hiçbir partiye kayıtlı üyeliğim yoktur. Son iki seçimdir oy kullanmadığımı
da marifet değilse de söylemek isterim.
Lades oynayıp bile bile kaybetmek için çok daha başka ve bana keyif veren
alanlar bulurum kendime!
Bu ülkede yaşayan biri olarak her ne kadar organik olarak ilgilenmiyor olsam
da sağır ve kör olmadığımdan dolayı görür, okur ve duyarım. Duyduklarıma
çoğu kez delilenirim. Anlamsız ve gereksiz bulmama rağmen moralim bozulur.
Modern -seküler- anlayış çerçevesinde yaşayış ve algılayış biçimimin tanzim
edilme gayretleri, kibar ve riyakar cümlelerle dinime, inancıma, atalarıma
küfür edilmesi ve birilerinin yaşadığı toplumu yok sayarcasına akıl
vermelerini,
diretmelerini hazmedemem. Kimin aptal olduğunu kestiremeyecek hale gelirim.
Ülkemde yaşananlar, yavrusunu yedikten sonra ağzından kanlar sızan kedi
görüntüsünü hatırlatır bana!
Kurallarını tamamen ''karşı takımın ''belirlediği bir oyundur bu. Kurallar
ahlaki ve erdemli değilse de okur ve şuna razı olurum. Bu kuralları
değiştirmeyecekseniz sahaya çıkmak ve şansımı denemek isterim. Kendimce
hazırlanır ve donanırım. Maç başlar. Gerek iyi hazırlanmış olmam ve gerekse
''karşı takımın'' beni hafife almış olma aymazlığından dolayı maçı kazanmaya
yakınımdır. Amiyane tabirle pislik yapmaya başlarlar. Galip gelecek olmanın
ruh haliyle sineye çekerim. Yenilmek kolay değildir ve hazmı zordur diyerek
katlanırım.
Hakemde ''karşı takımın'' adamıdır. Ancak ben inadına dirençli çıkmış ve
maçı koparmaya başlamışımdır. Hakeminde yapabileceği fazla bir şey yoktur.
Fakat şunu hep hissederim ki hakem en ufak bir hatamda maçı hükmen karşı
takımın galibiyeti ile bitirecektir. Pür dikkat kesilirim. Hata yapmamaya
çalışırım.
Galibimdir. Aldığım tekmelere, tokatlara karşı sabırla dişimi sıkarım. Çünkü
maç bitiyordur. Galibiyetin getireceği sevinç ve mutluluk çektiğim
sıkıntıyı unutturacak, terimi kurutacaktır.
Maç uzatıldıkça uzatılır. Kendi kendime ''Sabır,biraz daha sabır'' telkini
yaparım
durmadan. Yüzmüş yüzmüş kuyruğuna gelmişimdir diye düşünürüm.
Top orta sahadadır. Hakem elini arka cebine götürür. Tamam, maçı bitirecek
ve oh deyip, rahatlayacağımdır. O da ne? Hakem, arka cebinden bir tabanca
çıkarmış ve tabancasının ucu ile penaltı noktasını göstermektedir. Şaşırmış
gibi yaparım ama şaşırmam! Yalnız istihzalı bir dil ile sorarım : ''Hocam,
top orta sahada. Siz penaltı veriyorsunuz. Bir yanlışlık olmasın?!'' Hakem,
kendinden emin ve alaycı bir gülüşle şöyle der: ''Hayır, yanlışlık yok. İlk
yarının ortalarında ceza sahasındaki bir pozisyon penaltıydı ama düdüğü
çalmakta geç kalmıştım. İşte şimdi düdüğü çaldım ve penaltıyı verdim!''
Hakem hakemdir ve karar da karardır. İşin içine birde silah girdimi
penaltıya itiraz etmek akıl karı değildir. Karşı takımdan ''iki yiğit''
arkadaş orta sahada penaltıyı ben atacağım kavgası yaparlar ve Ispartalı
olanı topu alır. Eline aldığı topla ağır ağır ve çalımlı bir yürüyüşle
penaltı noktasına doğru yürürken bende takımımı sahadan çektiğimi belirten
bir yürüyüşle soyunma odasına doğru yürür ve boş kaleye penaltı atacak adama
gülerim.