Sen gittin ve ben sustum. Bir gece vakti, yıldızların dökülüp kaldığı çölün, bağrında beslediği sessizliğe nazire yaparak sustum. Susmanın ne yüklediğini biliyorum içerlemiş yüreğime. Tedirgin bir çocuk gibiyim, içimde bir çocuk ve dışımda o çocuğun annesi.
Sen gittin, aynı gökyüzü aynı yıldız kümesi ve aynı taşlı yol… Biliyorsun değil mi bu taşlı yolun çıktığı ya da çıkmadığı sokakları. Oysa ben çıkmaz sokakların hepsini ezbere bildiğimi sanıyordum, şimdi biliyorum ki şehrin çıkmaz sokakları gitmene kadar saklamışlar kendilerini benden. Şimdi bu taşlı yolun, suskunluğumla beni içine çektiği çıkmazın adresini sormaktayım.
Sorduğum adreslerde seni bulamadım, sana dair ne bir iz, ne bir işaret, yokluğuna ve suskunluğuma dair çok şey buldum da, elimde kalan derin bir sızı oldu sadece ve öylece. Sormak için konuşmam konuşmak için suskunluğuma söz geçirmem lazım. Cesaret, hazinesidir kahraman komutanların, kahraman bir kumandan değilim belki ama çıkmaz sokaklara girecek kadar cesaretim var eminim.
Sustum evet sakın tek kelime çıkmıyor sanma dilimden, konuşmalarım öncemden daha yoğun ve daha koyu bunu bil. Öyle çok kelime dökülüyor ki gönül dağımdan, cümleler kelimeleri toplamak için uzuyor ve devriliyor, noktalarsa canhıraş hücum ediyor. Ben bu meydan savaşını izlerken adını bulmak sana düşüyor suskunluğuma.
Dün sabah uyumadığım bir gecenin güneşine doğdum. Uykumun da susacağını önceden biliyorum. Sönen her ışığın beni daha fazla uykusuzluğa çektiği geceleri unutmuş değilim. Bu bildiğimle çıktım yola. Çıkmaz sokaklardan çekinerek bir sabahçı kahvesine düşürdüm yolumu. Ağır bir arabesk sabahı; köşe masada bir adam, ocakta çırak ve ben, üçüncüsüyüm sabah çaylarının. Çırak geldi, çayımı bıraktı, şeker atmadım, çay acı, hüznüm kadar, yüreğimden damlayan özlem kadar acı. Suskunluğumla karıştırdım çayımı.
Işıkla doldu mekân, sessizce çoğaldı gün. Ocağın dumanı dumanıma karıştı. Siyah beyaz bir gece nasıl da dönüyor sıcak renkleriyle güne. Gölgeler gelip geçiyor camın önünden. Çayımın demi, masadaki boşluk, adamın bakışları ve benim suskunluğum birleşti ağır bir yük oldu omzumda. Adam usulca “merhaba Paşam” dedi. Adımı nasıl, nereden bildi? Başımı öne eğdim, sustum bir şey demedim.
Yüreğim yanıyor, çay döküyorum üzerine bana mısın demiyor. Gecenin ortasında bıraktığım çöl, gece bile serinlememiş. Ellerimle kuruyorum cendereyi ama kalbimi sığdıramıyorum. Dilim lal değil peki neden haykırmak istedikçe küsüyor bana dilim? Sustum, özlemini ve gidişini şiirin bakir ellerine, hasret kokan çayımı masada bırakarak döndüm yüreğime.
Sustum diyorum, söz dinlemiyor hüznümün bestekârı, hüzzam bir şarkının içine yazıyor acımı. Şiir söylüyorum ve hep bilinmezlik oluyor sonu. Meçhul bir adam olmak bana yakışmıyor, içimle, içimdeki benle yüksek perdeden tutuştuğum kavgaların sesini duyabilecek kaç kişi var ki zaten? Bilsen, ne çok konuşuyorum içimden vuslata dair, ışığa ve aşka dair.