Sabah sisi kadar hafif sesinle uyandığımı düşlediğim ve yazdığımdır…
Sıcak ve nemli bir Adana sabahı. Hatay’a, Hakan kardeşimin cenazesine gidiyorum. Üç gün önce selamlaşmış, birbirimize hal hatır sormuştuk. Güzeldi, kardeşlikle ve muhabbetle kucakladığımdı. Hatay’a en son düğüne gelmiştim, şimdi sıra cenazeydi! Hayat biraz da buydu, gönlümüz acılarla demleniyordu. Dua ve tebessüm ediyor, düşünüyordum: Tebessüm belki de, biliyor ve iman ediyorum Rabbim, her şeyin ve hayatın sahibi sensin demenin bir yoluydu. Ömrümüz, doğum ile ölüm aracında gidip gelen bir sarkaca benziyordu. Değişen bizim nereye ve nasıl baktığımızdı. Sesin umut, sesin yaşama sevincimdi.
İnsan olmanın anlamını ancak yaşamak sayesinde anlayabiliriz Dağlım. Yaşadıkça ve ateşle denendikçe ruhumuz yükselecek, örsle çekiç arasında kıvamımızı bulacağımızı unutmamalısın. Bunları biliyorsun zaten, benimki hatırlatmak olsun. Nedir ki seninle aynı okulda okuduk, aynı hasret ve aynı sabırdan mezun olduk. Başkalarının mutluluğuna destek vermenin zenginlik olduğunu, hareketsiz duran kimselerin hayatlarından memnun olmadığını da gördük, yaşadık. Yoruluyor ve öğreniyorduk. Yorgunduk ve mutluyduk.
Dağları seviyorduk. Dağlara çıktımızda, temiz havadan doğan bir özgürlük hissiyle başımız dönerdi. Dağlım olman boşuna değildi. Yalnızca senin okuman için, dağlara dair güzel cümlelerin altını çiziyordum: “Çocukluğunuzdan beri dağlara alışmışsanız, onlara ait olduğunuzu anlarsınız. Dağlara ihtiyacımız vardır. Dağlar hayatımızın sadık dostlarıdır. Ömrünüzde bu yüksek dağlara hiç tırmanmamış bile olsanız, onları uzaktan seyretme ihtiyacı duyarsınız. Üç yüz yıl önce yaşamış biri bile: “Bana yardım edeceklerine inandığım için başımı kaldırıp tepelerine bakacağım” derken bu gerçeği biliyordu.” Seninle dağlara doğru her yürüyüşümüzde yeni bir çiçeğin, yeni bir otun keşfini yapmak da bize has çocuksu sevincimizdi. Kekik otu, lavanta çiçeği, altın otu, hasret çiçeği, dereotu, adaçayı, çuha çiçeği, çayırsedefi, Peygamber çiçeği, lavanta, Arap sümbülü, işaret çiçeği, kedi otu, kantaron, hatmi çiçeği, nane, ıtır, karabaş otu, biberiye ve adını bilmediğimiz daha birçok bitkilerle bizi karşılayan dağlar… Papatya ile gelinciği saymıyorum! Çimenlere uzanır, toprağın ve dağların rahata kavuşmuşçasına sakin sakin soluk alışını dinlerdik. Dağlara özenir, dağların sahibine şükrederdik. Dağları, sevincimizi ve seni çok özledim.
Birbirimiz hakkında hiçbir zaman bir takım hükümler vermeye kalkışmıyorduk; birbirimizi seviyorduk. Yolları ve yolculukları seviyor, yolculuklarımızı kendimize ve hayata uzaktan bakmak sayıyorduk. Sıkışıp kaldığımız şehirler, sıkışıp kaldığım mekânlar, sıkışıp kaldığımız hızlı yaşamayı, zamanı yavaşlatacak insanlar ve mekânlarla hafifletmeye çalışıyor, sen ve ben, istersek bir süre için zamanın akışını bile durdurabileceğimize inanıyorduk. Yaşamak yavaşlamaktan ve hissetmeye çalışmaktan geçiyordu. Diğer türlü; “yaşamaktan hastaydık, sıhhatten çürüyorduk!”
Hayatımızı ve aşkımızı, birbirimize söylemediğimiz halde anlayıp bildiğimiz şeylerin üzerine kurduk. “İnsan sonsuza dek böyle yürüse de ne hedefine yaklaşabilir ne de de ondan uzaklaşabilirdi.” Kazancakis ustanın dediği gibiydi; “Zirve yoktu, yükseklik vardı.” Allah’a inanıyor, iman ediyor ve kadere teslim oluyorduk. Dünyada var olan ölüm, ahirette yoktu! Şükrediyor ve şunu sık sık tekrarlıyorduk: Şükür düşer bize, birbirimize.
Senden ayrılırken, birdenbire gözlerine dolan yaşları gizlemek için yüzünü öbür tarafa döner, bakışlarını benden kaçırırdın, ben de sendeki kederin farkına varmamış gibi davranır ancak yeniden yanına dönene kadar o mahcup, o hüzünlü bakışlarını gönlümde taşırdım. Bezginlik ve cesaret kırıklığı duyduğun zamanlar şikâyet eder –ama bunu tam karakterine yakışır şekilde, nezaketle, adeta af dilercesine, fakat yine de duyduğun acı hayal kırıklığını biraz hissettirerek yapardın. Bu mütevazı hoşnutsuzluk hissinin ardında gizlenen kederin, gerçek bir hüzün olduğunu fark ederdim. Kalbim, ruhum, bütün vücudum hasretinle sızlardı. Sabır dilerdim, bana ve hayata sabrederdin.
Bazen de sen giderdin. Gözden kaybolana kadar ardından bakardım, gözümden kaybolurdun da gönlümden kaybolmazdın. Yürümektin, aramaktın, şükretmektin. Bahar yağmuruna benziyordun, üşütmüyordun. Sonra bir gece; Yağmur yağmıyordu. Yine de sokağınızdan geçmiş, kapınıza, bir tutam gurbet, bir tutam buhurumeryem, bir de düşlerimi bırakmıştım.
Birbirimizi anlamak için uzun uzun konuşmaya ihtiyaç duymayan iki insandık. Susarak sevemediğimiz insanı konuşarak da sevemiyorduk. “Aynı türküyü dinlerken susan insanlar, aynı dili konuşmaya başlamışlardır.” Bir gün susmak üzerine konuşur, bir gün aynı türküyü dinleriz. Beklemek de susmak da sevmeye dâhildir Dağlım.
Gece gündüz, okuyarak ve yazarak, uzak bir rüyanın gerçekleşmesi için çabalıyormuşum gibime geliyor. Her şey bir yana, yürüdüğümü ve seni sevdiğimi biliyorum. Mektubumu bir duvar yazısıyla bitireyim: “Şimdi elimde olmayan şeyler var, ellerin…”
Allah esirgeyen ve bağışlayandır.